Yönetmen: Marc Forster
Senaryo : Roberto Schaefer
IMDb puanı: 7.7
Siz hayatınızın filmini bulmuş olabilir, bunu tüm insanlıkla paylaşmak isteyebilir ve hatta bunun üstüne bir de güzel bir anlatım katmak isteyebilirsiniz. Ama ne var ki sabahın köründe uyanmanız ve içinizden hiç mi hiç gelmese de muhasebe kursuna gitmeniz ve adını sanını bilmediğiniz şirketlerin olmayan - ve muhtemelen hiç bir zaman sizinde olmayacak- paralarının hesabını tutmak zorunda olabilirsiniz.
Bir film size hayalinizin peşinden koşmak için gereken yeterli 'gaz'ı vermiş ama bir romancı sizi kelimelerine tutsak etmiş olabilir.
Bana tüm bu hisleri aynı anda yaşatıp, biter bitmez klavyemin başına oturmam gerektiğini hissettiren film : Stranger than Fiction. Türkçe adıyla ''Lütfen Beni Öldürme''.
''Hayatımı yazsam roman olur '' sözünü bir çoğumuz ya söylemiş ya da muhakkak birinden duymuşuzdur. Peki gerçek manada biri sizin hayatınızı -kitabın sonu kendine ait olmak kaydı ile- yazmak isteseydi şu an yaşıyor olduklarınızın mı yoksa yaşamak istediklerinizin mi kaleme alınmasını isterdiniz? Kafamızda devamlı olarak kurduğumuz hayal dünyalarında gerçekliğin duvarına çarptığımız zaman hepimiz aynısını yapmıyor muyuz? Kendimizce bir kitap yazıp isteklerimiz doğrultusunda devam eden hayatımızın romanını yazmıyor muyuz?
Hayal gücünüzün sınırlarını biraz daha zorlayalım ? Ya gerçekten de hayatınız bir yazar tarafından kaleme alınıyor ve sonunuz da o yazarın kelimelerine bağlı olsaydı ?
Varoluşçuluğa doğru gidiyoruz sanırım. Yok yok Harold Crick'e geleceğim ben. Filmimizin baş karakteri. Kendisi aynı zamanda filmde ünlü bir yazar olan Eiffel Karel'in yazdığı romanın da baş karakteri. Az önce size bahsettiğim gibi hayatı bir yazar tarafından kurgulanan ve yazarın yazdıklarını birebir yaşayan bir insan. Tabi sevgili yazarımız Eiffel tüm bunlardan habersiz daha önceki kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da ilginç bir yolla baş karakteri öldürmenin peşinde. Tek sorun henüz Harold'a yakıştırdığı ölüm şeklini bulamamış olması. Harold ise dişlerini fırçalarken her bir dişini kaç kez fırçaladığı dahi değişmeksizin fazlaca monoton olan hayatını sürdürmektedir. Mali müfettiş olan karakterimiz hiçbir zaman hayal kurmamış, aşık olmamış hatta yaptığı herhangi bir işin sırasını değiştirmeyi dahi düşünmemiş bir insandı. Ta ki bir gün ona her yaptığını ne düşündüğüne kadar anlatan bir ses duyana kadar. Duyduğu sesi öncelerinde umursamayan Harold Crick bir gün sesin ''tasavvur edilemeyen'' bir şekilde öleceğini söylediğinde ise soluğu önce bir psikologta daha sonra edebiyatçı da alır ve bir roman karakteri olduğunu fark ederek yazarının peşine düşer..
Olaylar böyle ilerlerken kah ağladım kah güldüm. Yazdığım hikayeleri düşündüm. Bir tanesinde baş karakterimin küçüklüğünde annesini kaybetmiş olması yetmezmiş gibi daha on beşinde babasını da elinden aldım. Üstelik doğru düzgün ölüm sebebini bile açıklamadım. Hastalığını bilmeye hakkı vardı oysa ki. Acaba kızgın mıydı bana ? Ve daha ne kelimeler döndü durdu aklımda. Suçluluk hissini bir müddet atamadım üzerimden . Balzac'ın romanlarından birini bitirdikten sonra nasıl ağladığını hatırladım. Arkadaşı neden ağladığını sorduğunda baş karakterin öldüğünü söylüyordu. Onunla dalga geçen arkadaşı ''madem öyle öldürmeseydin'' deyince, hayır diyor Balzac, ''O'nun ölmesi gerekiyordu ! ''
Bunca anlatımdan sonra filmi izleyip düşüncelerinizi bana aktarma sırası sizde. Ve unutmayın , hayat kitabımızın kalemi bizim elimizde !
Bu güzel filmle tanışmama vesile olan Ali Ural'a sonsuz teşekkürlerimle...
Bu güzel filmle tanışmama vesile olan Ali Ural'a sonsuz teşekkürlerimle...