Okuyucularımız

30 Aralık 2013 Pazartesi

Yazmasam Deli Olacaktım

           
    
   Kulağıma çarpan hafif tınılar eşliğinde neler yazacağımı düşünüyorum. ‘’Bir dergide yazacağın ilk yazı ne hakkında olmalı?’’ diye soruyorum arkadaşlarıma. Bir arkadaşım; ‘’psikolojik olmalı’’ diyor, ‘’kendini anlatmalısın’’. Bir diğeri; ‘’kısa bir durum hikayesi yazabilirsin’’ diyor. Düşüncelerime geri dönüyorum. Sonra bir arkadaşım; ‘’yazmaktan bahset mesela’’diyor. Sahi ''yazmak'' anlatılabilir mi? Bir fiilin kendisi yine kendiyle anlatılabilir mi ? Sanırım yazmak sanatını diğer sanatlardan ayıran en büyük özelliği de bu. Yazmak fiili sanata dönüşüyor ve edebi bir eser çıkıyor ortaya. 
   Hepimizin muhakkak bir  anısı mevcuttur bu güzel uğraşıyla. En azından ortaokul veya lise yıllarında mutlaka bir günlük tutma girişiminiz olmuştur. Ya da edebiyat dersi sınavlarında kompozisyon sorularında ter dökmüşsünüzdür. Giriş, gelişme, sonuç yazılacaktır illâ ki. Üstüne bir de teması olsun isterler sizden. Paragraf soruları korkulu rüyanız olur. Hâlbuki çok farklı bir boyuttur yazmak. Bana bazen soruyorlar ''ne zamandır yazıyorsun?'' diye. ''Yazmayı öğrendiğimden beri'' diyorum. Bir miladı mevcut değil bende kalemle arkadaşlığımın. Ruhumu dinlendirebildiğim, her şeyden soyutlanıp kendimle baş başa birkaç dakika yaşayabildiğim zaman dilimi. Tam da şu vakit… Kalemi elime alıp yazmaya başladığım an. Yazmak…Hareketli cümlelerin sınırsız gezintisi düşünceler arasında. Karmaşık ve süslü hayal dünyamın en sade, en güzel parçaları. Yağmurun sesini dinler gibi, akan bir suda dinginlenir gibi, rüzgarla huşû bulur gibi dinliyorum sessizliği… Sessizlikte doğan harfleri döküyorum kalıplara. Sonra kelimelere dönüşüp, anlam inşa ediyorlar satırlarımda. Kimi zaman bu kadar durgun da olmaz; öfkeli, yılgın veya kırgın olduğumda uğradığım bir saçak altı kahvesidir satırlarım. O beni dinler, ben onu dinlerim. Ayrılırken tekrar görüşmek için sözleşiriz. Ben sözümü bozsamda, o hep tutar sözünü. Ne vakit uğrasam hep oradadır. Arayı uzatırsam gönlünü alabildiğim tek yoldur Sait Faik'in cümlesi; ''Yazmasam deli olacaktım.'' 
     Sizde bir uğrayın o saçak altı kahvesine. Eminim oda bekliyordur gelmenizi. Eğer kırgınsa Sait Faik’i anmayı unutmayın.


                                                                                                    


13 Aralık 2013 Cuma

Bilmiyorum



    "Ne gidebiliyorum ne kalabiliyorum anlıyormusun?" demişti gitmeden hemen önce. Anlamsızca yüzüne baktım. Söyleyecek söz bulamadığım da hep böyle yaparım. Onu tanıdığımda hayata dair en ufak bir fikrim yoktu. Sıradan bir üniversite öğrencisiydim. Fakültenin girişinde bir dersi dinlermiş gibi yaptıktan hemen  sonra, elinde Alper Canıgüz'ün "Oğullar ve Rencide Ruhlar" romanı, beline ne kadar uzanan kumral mı kahverengi mi olduğuna hâlâ kesin bir kanaat getiremediğim saçlarını, burnumun ucundan savurarak geçtiği günü unutmam mümkün değil. Saçlarının kokusunu sigaramdan aldığım derin bir nefesle dağıtıp İsmaili bir teslimiyetle ardısıra yürüdüm. O nefesi hiç vermemeyi dilerdim. 

      Kampüs kafenin hemen girişindeki bir masada buldum onu. Yüzüne iki beden büyük gelen su yeşili gözleri ile etrafı inceliyordu. Masaya doğru yürüdüm kitaplarımı masaya bıraktım gözlerini gözlerime sabitlediği anda;
   
    - Küstahlığı mı bağışlayın fakat, insanlara böyle bakmalısınız. Birinin canı yanabilir.
    - Küstahlığınızı bağışlıyorum fakat boş bakan gözler boş zihinlerin yansımasıdır bayım.

  Çarptığım kayanın sertliği bir anda zihnimi berraklaştırdı. Parmak uçlarında çalışkan karıncaların ayak seslerini duyar gibi oldum. "Ersan Kemal değil mi?" diye devam etti. Bugünü ne zamandır planlıyordu bilmiyorum fakat, kitaplarının arasından bir kâğıt çıkartıp üzerine tarih attıktan sonra bana uzattı. 



     21 haziran 2010



    İş bu sözleşme taraflar arasında bir bağlılık yemini addedilecektir. Tek taraflı feshi mümkün olup üç ayda bir yenilenecektir.


     Öykü İrfan                                        Ersan Kemal



     Cebimden bir kalem çıkarıp imzaladım. O sözleşmeyi hiç imzalamamayı dilerdim.

     Öykü İrfan'la nefes almadan geçirdiğimiz dört senenin ardından 21 haziran 2014 günü ani bir karar aldı kendisi, dört yıldır düzenli aralıklarla yenilediğimiz sözleşmemizi tek taraflı fesh etti. Kampüs kafede tanıştığımız masada oturmuştu. Suratı Taksim meydanı'ndan daha kalabalık, gözleri her zamankinden daha yeşildi. "Ne gidebiliyorum ne kalabiliyorum anlıyor musun?" dedi. "Bir şeyler, eksik! " Kaşları göz kapaklarını eziyordu. Nuh, gözlerinde yaklaşan tufana hazırlanıyordu.

    - Ne yapacaksın?
    - Sözleşmemizi feshediyorum.
    - Yani bir daha olmayacak mısın?
    - Bilmiyorum!

   Gitti! Beynime hücum eden kanın sesini duyabiliyordum. Son sözü kulağımda yankılanıyordu; "Bilmiyorum!". Su içer gibi söylemişti bunu, nefes alır gibi... Bilmiyordu öyleyse, gelebilirdide. Ben de bilmiyordum. Bilinmezliğin ortasına paraşütle atlamış gibiydim. Doğduğum gün öleceğimi bilsem, hiç doğmamayı dilerdim!

5 Aralık 2013 Perşembe

Anahtar

  
  Aradan tamı tamına elli iki gün geçmişti. Hâlâ kendini tam anlamıyla toparlayabilmiş değildi. Boynuna attığı zümrüt yeşili şalı boynundan sıyrılıp yere sarkarken hiç müdahale etmeden doğrulup bir kez daha aynaya baktı. Kalbinde büyüyen tüm notalara rağmen, gözleri derin bir sessizliği gizliyordu. Dağınık bir topuzla toplanmış kahverengi saçları ve kulağında şalıyla aynı renkteki küpeleriyle tamamiyle eski Rose’du. En azından görünüş olarak. ''Dünden farksız bir gün daha '' diye geçirdi içinden. Ritmik bir hareketle şalını düzeltip, fransız işlemeli anahtarıyla kapıya yöneldi. Her zaman yaptığı gibi anahtarını sağa çevirmeyi unutmadı bu kez. Alışmaya çalıştığı bu şehirde ona her şey yabancı gelsede deniyordu, her gün biraz daha.
  Aniden içinde dolan şubat rüzgarıyla kırmızı kabanının kenarlarından tutup kendine sardı. Böylesine içini ürperten yalnızca şubat değil, kalbindeki rüzgarlardıda. Ardında bıraktığı şehirden geriye kalan tek şey Fransız işlemeli o anahtardı. Biraz sonra adımlarının sesine bir ses daha eşlik etti usul usul ; yağmur. Gözlerini kapayıp dinledi yalnızca. Çocukken onunla beraber hep yaptığı gibi. Ellerinde onun eli yoktu bu kez. Ellerini iki yana açtı ve başını göğe kaldırıp gözlerini kapadı. Aynı şarkıydı bu. Nereye giderse gitsin yağmurun şarkısı hep aynı kalacaktı. Damlalarla birlikte gözyaşları da süzülüyordu yanaklarından. Günlerdir içinde biriktirdikleri yağmura karışıyordu.
    Ellerine değen bir elin hissiyle irkildi bir anda. Gözlerini açtığında elini tutan küçük bir oğlan çocuğu yemyeşil gözleriyle ona gülümsüyordu.’’Ne güzel yağıyor değil mi?’’ dedi küçük çocuk. Çocuk tıpkı Rose gibi bir elini yağmura açmış diğeriyle ise Rose’nkini tutuyordu. Hiçbir şey söyleyemedi Rose. Elini sımsıkı tuttu yalnızca. Gördüklerinin hayal mi yada gerçek mi olduğunu öğrenmek istemiyordu. Öylece kalmak istedi.Yağmurun şarkısını dinlemek belki asırlarca. Güneşin dağıttığı bulutlarla birlikte gözlerini yeniden açtı. Çocuk gitmişti. Yağmurun şarkısı ise yerini rengarenk gökkuşağına bırakmıştı. Elli iki gün sonra ilk defa gülümsedi Rose. Yoluna devam ederken mırıldandı; ‘’bu kesinlikle dünden farklı bir gündü,ve bundan sonra da.’’