Okuyucularımız

9 Aralık 2012 Pazar

Hattat Ali

 Ayazdan elleri üşümüştü.Koşar adım dönmeye çalışıyordu eve.Ev dediyse iki göz odaydı sadece.Sofa dedikleri genişçe bir giriş, bir de babasıyla beraber kaldığı oda.Geri kalanlar ihtiyaç vâri olanlardı.Evin hemen bitişiğine bilmem kaç zaman önce dikilmiş koca gövdeli çınar ağacını saymamak olmazdı tabi.Evi gölgelerdi yazları,dert ortağı olmuştu nice geceler.Evin hemen önünde,annesini yitirdiğinden bu yana yetim kalmış bir de bahçe...
 İçeri girdiğinde sobanın üstünde hafif hafif çatırdayan birkaç kestane kokusu çalındı burnuna,kokuyu duyar duymaz adımlarını sofaya yönlendirdi.Alışkındı bu kokuya.Akşam çöktü mü yanan odunların kokusunun arasına kestane kokusu karışırdı.Demini almaya bırakılmış bir de çay.Kar yağdığında Ali'nin babasını yazarken izlemekten sonra en en sevdiği şeydi taze çay ve kestane kokusu...
 Rahatsız etmekten korkarcasına parmak ucunda girdi içeri.Bağdaş kurmuş halde önündeki  birkaç hât yazısıyla ilgilenen babasına baktı.Yaklaştı,yazmıyordu;düşünüyordu.Tefekküre dalmıştı belli ki.Bilirdi babasının bu hallerini,sessiz..düşünceli..Baktı şöyle bir; iç içe duran dört vav harfi.Anlamlandırmaya çalıştı kendince,anladı ki babası kendinden çok daha fazlasını görüyordu orada.Sabredemedi daha fazla. Sordu,neydi böylesine düşündüren babasını.Mana neydi?..
''Otur hele şöyle.'' dedi babası.Ali çiçekli yeşil mindere kuruldu.
-Vav...İnsan vav şeklinde doğar.Vav mütevaziliktir.Bu dünyada elif olduğunu zanneder insan,lakin kulluğun manası vav'dadır.İnsan anne karnında vav gibi rahattır.Oysa,boylu boyunca uzansada kim rahattır mezarda?..
Bak sana bir hikaye anlatayım;
- Osmanlı Devleti’nin en büyük hat sanatı ustalarından biri Hafız Osman’dır. Hafız Osman, emekli olduktan sonra kafa dinlemek için o devrin en sakin semtlerinden biri olan Üsküdar’a yerleşir. Fırtınalı bir günde kayıkla Beşiktaş’a geçmek ister. Sahilden bir kayığa biner. Yol bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister.Fakat Hafız Osman, yanına para almayı unuttuğunu fark eder. Tabii artık çok geçtir. Bir çare gelir aklına…Kayıkçıya “Efendi, yanımda param yok, ben sana bir ‘vav’ yazayım; bunu sahaflara götür, karşılığını alırsın.” der. Kayıkçı, yüzünü ekşitip söylenerek yazıyı alır. Bir zaman sonra kayıkçının yolu sahaflara düşer. Bakar ki yazılar, levhalar iyi fiyatlara alınıp satılıyor; cebindeki yazıyı hatırlar ve satıcıya götürür. Satıcı yazıyı alır almaz, ‘Hafız Osman Vav’ı’ diyerek açık artırmaya başlar.Sonunda çok iyi bir fiyata satar. Kayıkçı, bir haftalık kazancından daha fazlasını bu ‘vav’ ile kazanmıştır.
Gel gelelim, bir gün Hafız Osman karşıya geçmek istediğinde yine aynı kayıkçıyla karşılaşır. Yol bitmek üzereyken ücretler toplanır. Hafız Osman da parayı kayıkçıya uzatır. Kayıkçı, “Efendi, para istemez; sen bir‘vav’ yaz yeter.” der. Hafız Osman, tebessüm ederek cevap verir kayıkçıya:
“Efendi, o ‘vav’ her zaman yazılmaz. Sen dua et, başka bir gün para kesemi yine evde unutayım…
-Yaa işte böyle.Bu dört vav ise hayatın üç aşamasını anlatır;doğum,yaşadığın ömür ve ölüm..
Ya dördüncüsü diye sordu Ali.Babası:
-Sen söyle bakalım, nedir sence?.Ali:
-Ölümden sonraki hayat,yani ahiret hayatı mı?
Doğru söyledin dedi babası.Vav seni bir sandal misali taşır sonsuzluğa.Vav'ı bilmeyen vay der dedi,
Ali babasının sözlerini düşündü bir kez daha hayranlığı arttı.Gün geçmiyordu ki hattat olma isteğini babasına dillendirmesin.Küçüklüğünden beri heves etmişti hattatlığa.Babasının yazdıklarını o yaşlarda anlayamasada , gördüklerinden ona yansıyanlar gün geçtikçe hattat olma isteğini arttırıyordu.Yine sordu:
-Bende senin gibi yazabilecek miyim?
Babası yerinden kalktı,bir bardak kendine bir bardak Ali'ye çay koydu.Kestaneleri gösterdi sonra;''az kızarmış mı istersin,çok mu?'' dedi cevabı bilerek.Ali güldü, ''çok olsun.'' dedi.
''Bu kadar çok mu istiyorsun hat yazmayı?'' diye sordu babası. Ali hevesle atıldı:
-Öğretecek misin yoksa?
-Dur hele oğul,sabır gerek önce,hamsın pişmen gerek.Yarın İhsan amcanla konuşurum.O karar verir ne yapacağınıza.Ali sevinsin mi üzülsün mü bilemedi.''Sen öğretmeyecek misin bana?''dedi.''Farklı bağları gezip çiçek çiçek dermezsen özünü bal olur mu ?'' dedi babası.
-Ben senin güllerine hayranım başka çiçekler beni avutur mu?
-Sen kendi bağının gülü olacaksın oğul,dertlenme.
İçinde buruk bir sevinç kabul etti Ali,telaşlıydı da biraz.Babasını tanır bilirdi.İhsan amcayı ise babasının anlattığı kadar biliyordu.İhsan amca ellisine merdiven dayamış,mahallede sözü geçen biraz da aksi olarak bilinen biriydi.Ailesini kaybettiğinden beri kendini geçindirecek birkaç iş yapar,kimsenin ona karşılıksız verdiği bir kuruşa tamah etmez.''Ben Allah'tan isterim.O dilerse verir dilemezse vermez.''derdi hep.Ve en önemlisi babasından da adını sıkça duyduğu usta bir neyzen ve hattattı.Ali bir çok kez hayal etmişti kendini yazarken, ama o hayallerde hep babası vardı.Böylesini hiç düşünmemişti.Düşünüp dururken böyle bir aralık uykuya daldı.Rüyasında yazıyordu.Tıpkı babası kadar güzel.Vav'ı yazıyordu..Sonra birden dağıldı yazılar.Karıştı birbirine tüm harfler.Uyandı nefes nefese Ali.Neye yorsundu bilemedi.Heyecandan olsa gerek dedi kendi kendine.Baktı gün ışımasına az kalmış, uyumadı daha.Kalktı sobayı yakmaya.Baktı ki babası çoktan uyanmış,taze çay kokusu bile dolmuş odaya.
''Hattat bugün erkencisin uyku mu tutmadı yoksa?'' dedi babası gülümseyerek.Ali:
-Baba..yazmaya başladığımda ilk yazım senin.
-Dur hele.Yine coşup akmaya çalışıyorsun,önce damlamayı öğren.Irmak olmadan şelale olma.
Tam bir teslimiyet içersinde sustu Ali.Sükutun en güzel cevap olduğu çok önceleri öğretilmişti ona.
Öğle namazından sonra tuttular İhsan amcanın yolunu.Ney sesleri geliyordu içeriden.Destur alıp girdiler.Babası kısa bir hal hatırdan sonra anlattı durumu.İhsan amca Ali'ye döndü:
-Hattat olmakmış niyetin?
-İnşeallah efendim.
-Öğrenmek için sabredebilecek misin?
-Hayat öğrenmenin sabrı değil mi?
Alnını karışladı,sakalını sıvazladı İhsan amca.Ne diyecek diye yüreği küt küt çarpıyordu Ali'nin.Aklına gelenleri öylece söyleyivermişti,doğru mu yapmıştı acaba?
''Peki,son bir soru'' dedi İhsan amca.''Vav nedir?mana-ı illiyeti ne çağrıştırır sana?.
Ali durdu bir an.Babasıyla sohbetini hatırladı.Anlattı hal-i dil ile.
Aksi bilinen İhsan amca gülümsüyordu.
-Babanın oğlusun belli,yarından tezi yok eşyalarını topla gel.Bundan sonra benimlesin.
Şaşkın şaşkın baktı Ali.Hat öğrenecekti iyi güzel ama babasından ayrı kalmak nereden çıkmıştı şimdi.İhsan amca Ali'nin aklından geçenleri okuyormuşcasına cevap verdi:
-Merak etme,ebedi tutacak değilim seni.Arada babanı görmeye gidersin yine.Sanki bu laf Ali'nin babasının yüreğine de su serpmişti.
 Ertesi gün gittiler İhsan amcanın yanına.Kucaklaşıp vedalaştı baba oğul.İlk iznin tarihi biraz uzaktı.Yerleşti Ali.İhsan amca ona kamışını,hokkasını ve sarı saman kağıdını verdi.Ali eline alıp kamışı,havada birkaç harf çizdi.İçi içine sığmıyordu.İhsan amca bir sürü de kitap yığmıştı önüne.
''Manayı anlamadan hat olmaz.Önce okuyacak,sonra yazacaksın.'' dedi.
Günler geçiyor Ali öğreniyordu maddeyi ve manayı.Babasının dediği sözü hatırlıyordu; Mevlana öğretisini.''Hamsın, pişmen gerek.'' demişti.Piştiğini hissediyordu Ali.Fakat yanması için daha uzun yıllar gerekliydi.Çocukken izler,hayal ederdi ama şimdi aldığı lezzet hayalinden çok daha fazlaydı.Babasına verdiği sözden ötürü daha çok çalışıyordu Ali.Bazen eve uğruyor,çalışmalarını gösteriyordu babasına.Tefekkür üzerine uzayan o mana sohbetlerine artık oda katılıyordu.Zaman geçtikçe Ali daha az uğrar olmuştu eve.İstiyordu ki en güzel yazısını götürsün babasına.Kış geçmiş,vakit çiçeklenme vaktine doğru yol alıyordu.Son iki aydır sadece iki defa gidebilmişti eve.Bütün gece babasına hediye edeceği yazısını bitirmek için uğraşmıştı.Hem babasının özlemi hem de heyecandan, gece yağmurun ıslattığı sokaklardan adeta uçarak gidiyordu eve.Hafiften bir yağmur başlamıştı yine.Aldırmadan devam etti.Eve vardı,evin önünde bir kalabalık...Fısıltılı fısıltılı konuşuyorlardı.Birkaç kişi farketti onu.Tüm sesler kesildi o an.Geçmek için müsaade istedi vermediler.Ne işi olsundu bu kadar kişinin bu saatte burada.Babası kimi zaman mahalleliyle hasbıhal eder onlara bir iki bir şey anlatırdı ama  fısır fısır ne diyorlardı böyle?Korku doldu içine Ali'nin.İhsan amcada bir şey dememişti.Kurtulup insanların arasından daldı içeri.Sedirde uyur vaziyette duran babasını gördü.Yanına çöktü''baba'' dedi..ses gelmedi.''Baba bak ilk yazım, söz vermiştim ya sana bak geldim.'' dedi.Dile gelmek için çırpınıyordu etrafta ne varsa,fakat babası derin sessizlikteydi.Ali'nin sesi göğü titretircesine yalvarış doluydu;''bak iki vav;birbirine kenetli.Senle ben gibi.''Gözlerinden yaşlar süzlüyordu Ali'nin.''Cevapların en güzeli sükuttur derdin ama bir kelam etsen ''dedi.Sesi odanın soğuk duvarlarına,pencerelere çarpıyordu.Sarılıp babasına, ağladı ağlayabildiği kadar.İhsan amca yetişti arkasından nefes nefese.Ali çıktıktan sonra almıştı haberi.Dışarda insanlar konuşuyordu kendi aralarında; ''hastaymış...ciğerlerine işlemiş yazık...''İhsan amca odaya girdi.Babasına sarılı halde ağlayan Ali'yi gördü.Yüreği dayanmadı onları öyle görmeye,yaş doldu gözlerine.Ali'nin yanına çöktü.Ali kaldırdı başını İhsan amcaya baktı İhsan amca Ali'ye.Elindeki kağıda baktı sonra gözyaşlarının buğusunda dağılmıştı mürekkep,dağılmıştı hafler.Rüyasını hatırladı ''buymuş meğer...''' dedi içinden.Vav gibi dedi.Vav gibiydi...Sarıldı İhsan amcasına.Daha fazla dayanamadı yüreği acıya,kendinden geçti.O fark edememişti ama ilk yazısı çoktan ulaşmıştı babasına...


5 Aralık 2012 Çarşamba

Şimdi Seninle Aynı Yaştayım


 bilemezsin anne!
 miş'li geçmiş zaman kilitli yarın sorularımı
 genzimi yakan özlemi,kavgalarımı
 şimdi seninle aynı yaştayım
 hayatımın farkına varmaya başladım.

anlayamazsın anne !
 sen daha fark etmeden hayatın özerkleşmişti çoktan
 mutlaka sorulmuştu ama onlar bilirdi,bir soru eki yoktan
 şimdi seninle aynı yaştayım,bana hazırlandığın yaşta
 içinde garip bir telaş,yanında sevdiğin adamla.

 bilemem anne!
 belki hayatının baharıydı,belki ''belki''lerin çoktu
 emin değildin belirlenmiş kaderi yaşamaktan
 ümitlerin,hayallerin sığdırılmıştı bir soyadına

 anlayamam anne !
 yirmili yaşında hem çocuk,hem kadın hem anaydın
 yardın,yarasaran,yaralanandın
 anne olunca beni anlarsın sözü
 seni sana anlatmıştı,anladın
 bir hayat yükü sırtında
 sual etmedin,taşıdın.

 affet anne!
 bir masal ortasındayım varmışla yokmuş arasında
 ne çocuğum,ne anayım,ne kadın
 senin ellerinsiz olsa olsa bir yarım
 ''ben'' ilk göz ağrın,
 şimdi seninle aynı yaştayım
 sanırım seni anlamaya başladım...

29 Kasım 2012 Perşembe

Mecnun ile Leyla

''...
-Ben nur diyorum,sen çamur anlıyorsun,ben seni aşka davet ediyorum sen beni ateşe salıyorsun.Gerçi hoş ateşinde yanmak da var yazgımda;ama yaktığın ateşlerden büyük ateşlerde yanmaya yan çizeceksen ben niye yanayım?Ben aşk diyorum sen ''aşk olsun'' diyorsun.Ben gönül diyorum sen gölgelerin peşinde yol alıyorsun.Uslan artık yüreğim,bir derdim olmalı ki bin dermana değişmeyeyim.Şimdi söyle sen dert misin?..''
                                                                                Sinan Yağmur/Aşkın Gözyaşları-Tebrizli Şems



  Mecnun ile Leyla       

  nefes almak bile bu kadar zor gelir mi insana?
  telafi mümkün mü camdan kalbi olana?
  kendine büyük gelecek bir yürek edinmemeli insan,
  sevginin büyüklüğünü dolduracak bir yürek bulunmuyor her zaman.
  gerçek sevginin hayalini kuranlar bile
  yalan bir aşkı yaşamayı tercih ederken
  hangi doğruya inanılır ki bu hayatta?
  yağmur öncesi kasvet basar şehri
  kasvet değildir ya ruhunu görür her insan
  bu yüzden iç çekişlerini saklar damlalara
  altı üstü sevmiştir mesela
  ama hayat bu ya bir çomak sokulmuştur mutlaka
  bindiği dalı kesmeye karar verir neden sonra
  geceler uzarken gündüzlere
  bir yudum sudan yaratılan varlığın
  altını üstüne getirmiştir bir sevda
  kimse bilmez oysa
  hayalinin kurduğu aşkın
  birinin içinde açmak için tutuşan bir gonca olduğunu
  beklediği mevsimin çok uzak olduğunu anlayınca
  solar ve toprağa karışır gönül diyarında
  bu yüzden iz bilmez güvercinler
  hep yanlış adreslere götürmüştür mektupları
  sevilen mi?
  o başka bir mektubun hülyasında..
  işte bu yüzden güzel hala mecnun ile leyla
  bu yüzden aşk hala bir martının kanat çırpışında
  bu yüzden aşk; Yunus ile dem olup,
  Mevlana gibi yanmakta...

26 Kasım 2012 Pazartesi

Uyan

 
 Yerleşmiş bir zaman olgusunun içinde,belki farkında olmadan ama çoğu zaman gayet gönüllüce yaşııyoruz ''kendimize biçileni''.Sorgulamadan,karşı çıkmadan,biçildiğini sandığımız her ne ise onun niteliği hakkında çaba göstermeden...
  Beş duyu organına en gerçek şekilde hitap eden ama her şeye rağmen soyutlukla atfedilen zaman denen kavramı dahi,en nihayetinde yirmi dört parçaya ayırmış insanoğlu.O ayrılmış parçalar bize aldırmadan ilerlerken -miş'li geçmiş zamanlarda yaşıyoruz bugünü unutup.
 Sanrılarla ördüğümüz yalancı realiteler arasında yaşıyoruz mutluluğu.Kaybolduğumuz birer okyanus oluveriyor en iyi bildiğimiz yollar.Rotayı unutup,yada hiç var etmeden onu,varlığından dahi bihaber geziniyor ıinsan hayatın koynunda.Söz konusu yaşamı,yaşadıkları,yaşayacak oldukları olduğunda bir seyirci edasıyla davranıyor ''hayat''a karşı.
 Hayallerimizi sıkıştırıp yatırdığımız o paket geri döndüğünde;o paketi hazırlamak için ne kadar uğraştığımız sorusunu sormadan kendimize,kabul ediyoruz alternatifleri.Gerçeklerin korkusundan inanmak istemediğimiz her şeyi gönderiyoruz zihnimizin en ücra köşelerine.Ve bum!..O yığın patır patır dökülüyor birgün gözlerimizin önüne.Ne kaçmak fayda eder artık ne de unuttum sanmak.
 Oysa kurgusu sana aittir bu romanın.Dünün mengenesine sıkışan bugününü kurtar yeter ki.Düşle,hayal et; yarını,sonsuzluğu...
 İşte o zaman uzak değil gökkuşağının yedi rengi.Uzak değil yüzüne gerçek bir tebessümün yayıldığı anlar.İmkansız değil hiçbir zaman yeniden başlamak.
 İşte şimdi!..sil geçmişini ve ''uyan'' yeni güne;

 Merhaba...

25 Kasım 2012 Pazar

İlk Kapı

'' Eski bir verandadan adımımı attım içeri.İçerisi soğuk,dışarıda ocağın renkleri.Gel dedi içerideki,gel...Sesi tüm korkulardan uzaktı sanki,ocağın soğunu yakmış,sımsıcak bir haykırışın sesi...Gel dedi,burası ümitsizlik kapısı değil...''
 Anlamları nefesinde süzen neyzen misali, mürekkepte eritip sözlerimizi sunduk bu gönül diyarına.Satır satır her bir gönül kapısının ardına uzanmaya.Şu kırk kapı gibi değil midir insanoğlunun çeşit çeşit halleri?Her bir kapının ardında başka bir hâl dili...
Bu yüzdendir kırk kapı kırk satır.Her bir hâlden her bir demden.Sayfalar arasında kimi zaman kendini kaybetmiş, kimi zaman kendini bulmuş nicesine;

Hoş geldin ey dost !..