Okuyucularımız

30 Aralık 2013 Pazartesi

Yazmasam Deli Olacaktım

           
    
   Kulağıma çarpan hafif tınılar eşliğinde neler yazacağımı düşünüyorum. ‘’Bir dergide yazacağın ilk yazı ne hakkında olmalı?’’ diye soruyorum arkadaşlarıma. Bir arkadaşım; ‘’psikolojik olmalı’’ diyor, ‘’kendini anlatmalısın’’. Bir diğeri; ‘’kısa bir durum hikayesi yazabilirsin’’ diyor. Düşüncelerime geri dönüyorum. Sonra bir arkadaşım; ‘’yazmaktan bahset mesela’’diyor. Sahi ''yazmak'' anlatılabilir mi? Bir fiilin kendisi yine kendiyle anlatılabilir mi ? Sanırım yazmak sanatını diğer sanatlardan ayıran en büyük özelliği de bu. Yazmak fiili sanata dönüşüyor ve edebi bir eser çıkıyor ortaya. 
   Hepimizin muhakkak bir  anısı mevcuttur bu güzel uğraşıyla. En azından ortaokul veya lise yıllarında mutlaka bir günlük tutma girişiminiz olmuştur. Ya da edebiyat dersi sınavlarında kompozisyon sorularında ter dökmüşsünüzdür. Giriş, gelişme, sonuç yazılacaktır illâ ki. Üstüne bir de teması olsun isterler sizden. Paragraf soruları korkulu rüyanız olur. Hâlbuki çok farklı bir boyuttur yazmak. Bana bazen soruyorlar ''ne zamandır yazıyorsun?'' diye. ''Yazmayı öğrendiğimden beri'' diyorum. Bir miladı mevcut değil bende kalemle arkadaşlığımın. Ruhumu dinlendirebildiğim, her şeyden soyutlanıp kendimle baş başa birkaç dakika yaşayabildiğim zaman dilimi. Tam da şu vakit… Kalemi elime alıp yazmaya başladığım an. Yazmak…Hareketli cümlelerin sınırsız gezintisi düşünceler arasında. Karmaşık ve süslü hayal dünyamın en sade, en güzel parçaları. Yağmurun sesini dinler gibi, akan bir suda dinginlenir gibi, rüzgarla huşû bulur gibi dinliyorum sessizliği… Sessizlikte doğan harfleri döküyorum kalıplara. Sonra kelimelere dönüşüp, anlam inşa ediyorlar satırlarımda. Kimi zaman bu kadar durgun da olmaz; öfkeli, yılgın veya kırgın olduğumda uğradığım bir saçak altı kahvesidir satırlarım. O beni dinler, ben onu dinlerim. Ayrılırken tekrar görüşmek için sözleşiriz. Ben sözümü bozsamda, o hep tutar sözünü. Ne vakit uğrasam hep oradadır. Arayı uzatırsam gönlünü alabildiğim tek yoldur Sait Faik'in cümlesi; ''Yazmasam deli olacaktım.'' 
     Sizde bir uğrayın o saçak altı kahvesine. Eminim oda bekliyordur gelmenizi. Eğer kırgınsa Sait Faik’i anmayı unutmayın.


                                                                                                    


13 Aralık 2013 Cuma

Bilmiyorum



    "Ne gidebiliyorum ne kalabiliyorum anlıyormusun?" demişti gitmeden hemen önce. Anlamsızca yüzüne baktım. Söyleyecek söz bulamadığım da hep böyle yaparım. Onu tanıdığımda hayata dair en ufak bir fikrim yoktu. Sıradan bir üniversite öğrencisiydim. Fakültenin girişinde bir dersi dinlermiş gibi yaptıktan hemen  sonra, elinde Alper Canıgüz'ün "Oğullar ve Rencide Ruhlar" romanı, beline ne kadar uzanan kumral mı kahverengi mi olduğuna hâlâ kesin bir kanaat getiremediğim saçlarını, burnumun ucundan savurarak geçtiği günü unutmam mümkün değil. Saçlarının kokusunu sigaramdan aldığım derin bir nefesle dağıtıp İsmaili bir teslimiyetle ardısıra yürüdüm. O nefesi hiç vermemeyi dilerdim. 

      Kampüs kafenin hemen girişindeki bir masada buldum onu. Yüzüne iki beden büyük gelen su yeşili gözleri ile etrafı inceliyordu. Masaya doğru yürüdüm kitaplarımı masaya bıraktım gözlerini gözlerime sabitlediği anda;
   
    - Küstahlığı mı bağışlayın fakat, insanlara böyle bakmalısınız. Birinin canı yanabilir.
    - Küstahlığınızı bağışlıyorum fakat boş bakan gözler boş zihinlerin yansımasıdır bayım.

  Çarptığım kayanın sertliği bir anda zihnimi berraklaştırdı. Parmak uçlarında çalışkan karıncaların ayak seslerini duyar gibi oldum. "Ersan Kemal değil mi?" diye devam etti. Bugünü ne zamandır planlıyordu bilmiyorum fakat, kitaplarının arasından bir kâğıt çıkartıp üzerine tarih attıktan sonra bana uzattı. 



     21 haziran 2010



    İş bu sözleşme taraflar arasında bir bağlılık yemini addedilecektir. Tek taraflı feshi mümkün olup üç ayda bir yenilenecektir.


     Öykü İrfan                                        Ersan Kemal



     Cebimden bir kalem çıkarıp imzaladım. O sözleşmeyi hiç imzalamamayı dilerdim.

     Öykü İrfan'la nefes almadan geçirdiğimiz dört senenin ardından 21 haziran 2014 günü ani bir karar aldı kendisi, dört yıldır düzenli aralıklarla yenilediğimiz sözleşmemizi tek taraflı fesh etti. Kampüs kafede tanıştığımız masada oturmuştu. Suratı Taksim meydanı'ndan daha kalabalık, gözleri her zamankinden daha yeşildi. "Ne gidebiliyorum ne kalabiliyorum anlıyor musun?" dedi. "Bir şeyler, eksik! " Kaşları göz kapaklarını eziyordu. Nuh, gözlerinde yaklaşan tufana hazırlanıyordu.

    - Ne yapacaksın?
    - Sözleşmemizi feshediyorum.
    - Yani bir daha olmayacak mısın?
    - Bilmiyorum!

   Gitti! Beynime hücum eden kanın sesini duyabiliyordum. Son sözü kulağımda yankılanıyordu; "Bilmiyorum!". Su içer gibi söylemişti bunu, nefes alır gibi... Bilmiyordu öyleyse, gelebilirdide. Ben de bilmiyordum. Bilinmezliğin ortasına paraşütle atlamış gibiydim. Doğduğum gün öleceğimi bilsem, hiç doğmamayı dilerdim!

5 Aralık 2013 Perşembe

Anahtar

  
  Aradan tamı tamına elli iki gün geçmişti. Hâlâ kendini tam anlamıyla toparlayabilmiş değildi. Boynuna attığı zümrüt yeşili şalı boynundan sıyrılıp yere sarkarken hiç müdahale etmeden doğrulup bir kez daha aynaya baktı. Kalbinde büyüyen tüm notalara rağmen, gözleri derin bir sessizliği gizliyordu. Dağınık bir topuzla toplanmış kahverengi saçları ve kulağında şalıyla aynı renkteki küpeleriyle tamamiyle eski Rose’du. En azından görünüş olarak. ''Dünden farksız bir gün daha '' diye geçirdi içinden. Ritmik bir hareketle şalını düzeltip, fransız işlemeli anahtarıyla kapıya yöneldi. Her zaman yaptığı gibi anahtarını sağa çevirmeyi unutmadı bu kez. Alışmaya çalıştığı bu şehirde ona her şey yabancı gelsede deniyordu, her gün biraz daha.
  Aniden içinde dolan şubat rüzgarıyla kırmızı kabanının kenarlarından tutup kendine sardı. Böylesine içini ürperten yalnızca şubat değil, kalbindeki rüzgarlardıda. Ardında bıraktığı şehirden geriye kalan tek şey Fransız işlemeli o anahtardı. Biraz sonra adımlarının sesine bir ses daha eşlik etti usul usul ; yağmur. Gözlerini kapayıp dinledi yalnızca. Çocukken onunla beraber hep yaptığı gibi. Ellerinde onun eli yoktu bu kez. Ellerini iki yana açtı ve başını göğe kaldırıp gözlerini kapadı. Aynı şarkıydı bu. Nereye giderse gitsin yağmurun şarkısı hep aynı kalacaktı. Damlalarla birlikte gözyaşları da süzülüyordu yanaklarından. Günlerdir içinde biriktirdikleri yağmura karışıyordu.
    Ellerine değen bir elin hissiyle irkildi bir anda. Gözlerini açtığında elini tutan küçük bir oğlan çocuğu yemyeşil gözleriyle ona gülümsüyordu.’’Ne güzel yağıyor değil mi?’’ dedi küçük çocuk. Çocuk tıpkı Rose gibi bir elini yağmura açmış diğeriyle ise Rose’nkini tutuyordu. Hiçbir şey söyleyemedi Rose. Elini sımsıkı tuttu yalnızca. Gördüklerinin hayal mi yada gerçek mi olduğunu öğrenmek istemiyordu. Öylece kalmak istedi.Yağmurun şarkısını dinlemek belki asırlarca. Güneşin dağıttığı bulutlarla birlikte gözlerini yeniden açtı. Çocuk gitmişti. Yağmurun şarkısı ise yerini rengarenk gökkuşağına bırakmıştı. Elli iki gün sonra ilk defa gülümsedi Rose. Yoluna devam ederken mırıldandı; ‘’bu kesinlikle dünden farklı bir gündü,ve bundan sonra da.’’




29 Kasım 2013 Cuma

Cehennem - Dan Brown


 ‘’Cehennemin en karanlık yerleri, buhran zamanlarında tarafsız kalanlara ayrılmıştır…’’
  
   Dan Brown severlerin çoktan okuduğu bizimse aman efendim siz kenarda durunuz bizim işimiz okumayanlarla dediğimiz ‘’Cehennem ‘’ adlı kitabın eleştirisini yapacağız bugün. Cehennem dedim diye gözünüz korkmasın. Kitapta Dante’nin ilahi komedyasından tutunda Sandro Botticelli tarafından yapılan La Mappa de’ll İnferno (Cehennemin Haritası ) –  resmini  yanda ekledim – adlı tablosuna kadar bir çok sanatsal metinden, resimden, heykelden bahsediliyor. Sıkı bir araştırma içerisinde oluşturulduğu kapağından tutunda son sayfasına kadar kendini belli ediyor.
  
 Gözlerinizi kapatın ve açtığınızda farklı bir ülkede olduğunuzu ve hiçbir şey hatırlamadığınızı hayal edin. Ne büyük bir facia! Üstelik hastanede kafanıza kurşun yemiş bir  şekilde yattığınızı, gözünüzün önünde sizi korumaya çalışan bir doktorun tahtalı köye gönderilip, bir başka doktorun sizi kaçırdığını… Olaylar bu hızda devam ededursun,bizler ise kitaptan gözümüzü ayıramayacak kadar bağımlı hale gelelim.
  Olay örgüsü Floransa’nın tarih kokan sokaklarından başlayıp Venedik’in muazzam kanallarına oradan da  üç imparatorluğa başkentlik yapmış, insanlık tarihi kadar eski, dünyanın incisi İstanbul’a uzanıyor.
  İnsan nüfusunun kontrolsüz artışından dolayı gelecek yıllarda yaşanabilecek sıkıntıların önüne geçilmesinin mümkün olmayacağından korkan genetik bilimci Zobrist dünyaya veba kadar tehlikeli bir virüsü yaymaya çalışarak dünya nüfusunu 1/3 oranında azaltmayı hedefliyor. Harvard Üniversitesi Simgebilim Profesörü Robert Langdon ve arkadaşları da bu gizemli olayı ipuçlarını takip ederek  engellemeye çalışıyor.Kitabın son sayfalarına kadar gerilim dolu olması, yerinizden kalkmadan, ara vermeyi dahi unutarak sayfaları hızlıca çevirmenize sebep olacak.

 Biri Dan Brown’a navigasyon cihazı versin !
  
   Buraya kadar her şey iyi güzel. Tarih, müzeler, mekanlar çok güzel tasvir edilmiş. Floransa ve Venedik içinde aynısını düşünüyorken bir İstanbullu olarak, hele ki İstanbul’un her sokağını karış karış arşınlayan biri olarak, İstanbul için yazılan kısım beni hüsrana uğrattı. Dan Brown önceki kitaplarında da yaptığı gibi il haritasını kendine göre yeniden çizmiş olacak ki sayfaları her çevirişimde ‘’hadi ama oradan oraya o şekilde gidemezsin,bu imkansız bir yol haritası, İstanbul’dan bahsediyoruz ! ‘’ gibi cümleler kurmama sebep oldu. Anlattığı yerleri gözümde canlandırma konusunda ise eğer ışınlanma icat edilmiş olsaydı söylediğin yerler arasında bağlantı kurabilirdim ama ne yazık ki oradan oraya uçarak gidemeyeceğine göre biri Dan Brown ‘a Gps’in icad edildiğini söylesin  diye kendi kendime söylenmek zorunda kaldım. Benim bu durumum nafile bir yakınmadan öteye geçemedi.
  
 Toplum tasviri sorunu !
  
    Beni hüsrana uğratan diğer bir nokta ise kitapta anlatılan toplum kitlesinin ya çok mutaasıp ya da Avrupai model smokinli beyfendilerden oluşuyorken orta çizgiyi yakalayamamış olmasıydı.Bunların dışında anlatım esnasında değer yargılarımıza yer vermesi bir Müslüman ve Türk olarak beni mutlu etti.
    Dan Brown’un kitaplarını bilemeyenler veya okuma listelerine almak isteyenler için aşağıda hepsini yayımlandığı tarihler ile sıraladım;


-Dijital Kale (1998)
-Melekler ve Şeytanlar (2000)
-İhanet Noktası (2001)
-Da Vinci Şifresi (2003)
-Kayıp Sembol (2009)
-Cehennem (2013)

   Dan Brown diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da ‘ters köşe’ geleneğini bozmamış. Daha fazla yazımı uzatmadan  sizi kitaptan İstanbul’a dair bir alıntıyla baş başa bırakıp, iyi okumalar diliyorum.

‘’Burası ikiye bölünmüş bir dünya, karşıt güçlerin şehriydi: Dindarlarla laikler ;eskiyle yeni ; Doğu’yla Batı… Avrupa ile Asya arasındaki coğrafi sınırda duran bu ebedi şehir Eskidünya’dan daha da eski bir dünyaya uzanan bir köprüydü. İstanbul.’’


Yazan : Nur Bağrıyanık
Dırdırcı Editör : Mehtap Karayiğit


22 Kasım 2013 Cuma

Bir Başkası

Günler sizin olacak ve ben gecelerde yaşayacağım seni.
En saf haliyle acının ve ay ışığıyla yıkanmış,
Hasretler kuracağım.

Küfredip geçmişime umudu geleceğe yakın ırak!
Sen bir başkasının gönderdiği çiçekleri koklayacaksın!
Ciğerlerimdeki sızıyı dindirir diye nikotine boğulurken,
Belki bir kaç mısra karalarım adına şiir der bilmeyenler.
Soranlara söyleyeceğim lakin ben şiir yazmadım,
Hayatı döktüm satırlara hıçkırırken!

Belki hiç benim olmayacak şeyler için umut...
Belki hep benim olacak şeyler için özlem...
Belki bir gün sen...
Belki bir gün ben...
Şafağında kan kızılı gecenin...
Ne de olsa olsa gün sensin gece ben !

19 Kasım 2013 Salı

Ların Hikayesi



perde 1:

Gün döndü kurban verildi yıldızlar.
Astımını saklamak istercesine bir ihtiyar,
İçine içine öksürdü mintanının.
Kuşlar geçti penceremin önünden kırmızıydılar...
İncitilmiş sirk hayvanları kadar ürkek,ve ucube bir jonglör kadar.
Tanıma uygun yersiz yurtsuz perişanlıklarım var,
Teferruatta haiz olduğu üzre...
Korkuyorum bu gece lütfen benimle kal!
Karanlık içimde,büyüyor büyüyorum...
Geceler daha girift daha anlaşılmaz oluyor.
Geceleri seni daha çok seviyorum!
Bak gün doğrulmuş öpüyor geceyi ağzından!
Bir gemi limandan yükünü alıyor,
Kepenkler açılıyor yeni güne,
Esnaf dükkana sağ ayağıyla giriyor...
Gün dönüyor sevgilim bir kez daha ve sen,
Bir kez daha varoluşumu inkar ediyorsun.

perde 2:

Onulmaz boşluklara gebe bir mazi ki;
Bu seni sevmemi meşru kılmaz!
Denklemler seni anlatamaz,bilim yetersiz
İlim kırılgan tutunamayacağım kadar...
Düzenli olarak uğradığım bir çay ocağı var.
İklimsel değişikler kadar düzensiz bir hayatım.
-sürdürülebilirliği hala ispat olunmadı-
Bir de üzerime üzerime gelen dört adet duvarım...
Hayatın bana vaadettiği güzelliklerden bir kaç bin fersah uzağım!

perde 3:

Biliyorum tutarsızca seviyorum seni.
Ham kehanetler düzüyorum her gece gıyabında.
Keşfedilmemiş derelerde yıkıyorum saçlarını
Özlemini anlatamıyorum kelimeler dudaklarımı kemiriyor
Kays çöllere düşüyor ben üşüyorum...
Geceleri seni daha çok seviyorum.
Ların hikayesini anlatmayı bırakalı çok oldu sevgilim.
İsmini duyduğumda irkilmiyorum eskisi gibi,
Sesin çınlamıyor kulağımda rüyalarıma girmiyorsun...
Gülebiliyorum inanabiliyor musun?
Baktığın her yerde olmaya çalışan ben,
Bastığın kaldırım taşlarına basmamaya imtina ediyorum.

-SON-

17 Kasım 2013 Pazar

Senden Önce Ben- Jojo Moyes

  
  Fatih’e bir sokaktaydım.Kaldırımların kırık dökük ,yağmurun ahşap evlerin çatılarında ritim tutturduğu.Cumbalardan bakan yeşil gözlü kızların ve çocukların birbirini itiştirirken çamur birikintilerine yuvarlandığı bir sokakta.Birde boyunlarına astıkları son model fotoğraf makineleriyle şaşkın şaşkın gezindiği turistlerin.Onlar her bir köşe başında farklı bir dünya ile karşılaşırken,kitap okumak için son günlerde epeyce uğradığım bu hoş mekanda açılıp kapanan sandalyeme kurulmuş çayımın yaveri sigaramdan usulca bir nefes daha içime çekmek isterken yeniden farkına vardım nerede olduğumun.Jojo Moyes’le birlikte gezindiğim Londra sokaklarından beni ayıran sigaramın ardından yudumladığım soğuk çay olmuştu.Ağzımdaki tüm tadın kaçışıyla anlamıştım ki Mayes’le gezimiz biraz uzun sürmüştü.Oysa ki denileni yapıp kitabın son sayfalarını topluluktan uzakta okumayı planlıyordum.Yaşlar gözümden usulca süzülürken Will’in mektubunu bir kez daha okudum.Yaşadıklarıyla birlikte Will’in mektubu beni derinden sarstı sanırım.
   
   
    
    Bu güzel kitapla bizlere kahramanlarının duygularını yaşatan yazarımıza gelince; Jojo Moyes çiçeği burnunda bir yazar ve ilk kitabı olan ‘’senden önce ben’’ ile kendisi hakkında umut ışıkları aldığım bir yazar olarak listeme dâhil oldu.Umarım burada ki sıcacık hikaye ‘’sevgilimden son mektup’’adlı ikinci kitabında da bizleri kucaklar.Uzun zamandır böyle sürükleyici,içerisinde hem hüzün hem de tatlı çekişmeleri barındıran bir aşk hikayesi okumamıştım.İtiraf etmeliyim ki erkekler ağlamaz klişesini ortadan kaldırabilecek güçlükte bir kitap.Gelelim kitabın içeriğine:
  Motorsiklet kazasıyla tekerlekli sandalyeye hayatı bağlanmış ,daha önceleri yerinde duramayan, kızları kendine hayran bırakacak derecede yakışıklı ve bir o kadar da kibirli olan Will.Birde eviyle otobüs durağı arasının 158 adım ettiğini hatta platform topuklu giydiyse bunun 180 adıma çıkacağını hesaplayacak kadar hayatı sıradan olan bir kız. Yedi yıllık birlikteliğini bir türlü evliliğe taşıyamamış, kız kardeşinin gölgesinde, hayatını  bir lunaparktaymış gibi yaşayabilen Leo.Birinin hayatında griden başka ton yok,diğerinde ise gökkuşağını kıskandıracak kadar renkli.Bir yanda hayatını sonlandırma düşüncesindeki Will,diğer yanda onu hayata bağlamak için elinden gelen gayreti gösteren Leo.
     
        Sizce hangisi başarılı olur?

    Sayfaları çevirmenin vakti geldi.Bir an evvel okumaya başlamalısınız.Eğer benim gibiyseniz kitabı bitirmeniz an meselesi.Yok eğer dırdırcı editörümüz gibi ağır ağır gitmeyi sevenlerdenseniz yanınıza bir fincan çay alsanız iyi olur.Eh Leo’nun da dediği gibi ‘’iyi demlenmiş bir fincan çayın çözemeyeceği sorun yoktur.’’Bu arada siz çayınızı soğutmayın,soğuk çayın tadı hiç güzel olmuyor, benden demesi  :)

    Yazar:Nur Bağrıyanık
    Dırdırcı Editör: Mehtap Karayiğit

15 Ekim 2013 Salı

Posta Kutusundaki Mızıka-Ali Ural


Sevgili Dost,
   İlk yazımda da böyle başlamıştım değil mi? ''Hoş geldin ey dost! '' diyerek ağırlamıştım seni.Kahve yerine sözcüklerim vardı sunduğum sana.Sade olsun demiştin sen,ben bir şiir yazmıştım sana.

Sevgili Dost,
  En son ne zaman bir mektup yazdın?Şimdilerde mektup alaturka kaçıyormuş.Olsun ben yine ısrar edeceğim pulu da olsun diye.Postacı yüzüme bakıp gülümseyerek; ''makinadan geçiriyoruz, pul yok artık. '' diyecek.Olsun ben yine de kırmızı olsun diyeceğim.Kırmızıyı sende seversin değil mi?

Sevgili Dost,
  Mektubun gelmedi.

...................

  Ali Ural'ın Posta Kutusundaki Mızıkası'na girizgâh yapmak istediğimde,öykünmeler aldı başını gitti.Doğrusu o kitabı anlatmak için benzer birkaç cümle kurmak mübah sayılabilir sanırım.
 Günümüzde edebi değer taşıyabilecek eserlerin azlığından şikayet ettiğim sıralarda tanıştım bu kitapla.Sayfalar ilerledikçe geç kalmışlığımın farkına iyiden iyiye vardım.Eğer kalemle kitabın kenarlarına notlar almak,beğendiğiniz yerlerin altını çizmek gibi bir alışkanlığınız yoksa bu kitapla oluşabilir haberiniz olsun.Zira bende tamda öyle oldu.

 Posta Kutusundaki Mızıka mektup-deneme tarzında yazılmış 160 sayfalık damıtılmış bir eser.Anlam süzgecinden geçirilmiş betimlemeleriyle, güçlü bir hayal gücü ve kelime hakimiyetiyle kurulmuş tasvirleriyle kaptırıp gidiyorsunuz kendinizi mızıkanın notalarında.Açıkçası burada yazıp merakınızı söndürmek istemediğim fakat okurken daha önce neden aklıma gelmedi dediğim çok hoş tasvirler kullanmış Ali Ural.Okuduğum bir cümleyi tekrar okumak zorunda kaldığım da olmuştur.Bu durumumun sebebi ise kullandığı imgelerin mantığını çözmek istemem ve sonra tasvirlerdeki ince işçiliğe hayran kalışımdandı.Sizinle sohbet ediyormuş havasındaki üslubu ise kitabı çekici kılan diğer bir özelliği.Kitabın ilgimi çeken diğer bir yönü ise düşünürlerden,şairlerden zaman zaman yapılan alıntılar.
  Sanırım cimriliği bir kenara bırakıp,kitabın arka kapağını paylaşabilirim sizlerle;
 ''Sevgili Dost !
   Bu sabah kuş sesleriyle uyandım.Ne güzel değil mi?Hayır,güzel değil!Açık penceremden  ok gibi dalıp yastığıma saplanan karga sesleriydi.
 Kuş sesleri dediğimde aklına asla karganın gelmediğini biliyorum.Bu karganın da bir kuş türü olduğunu bilmeyişinden değil,karganın türünün  en önemli özelliği olan güzel bir ötüşten mahrum oluşundan elbette.Yüzümü yıkarken acaba diyordum,türümüzün en önemli özelliklerini taşıyor muyuz?Hareketlerimiz ve sözlerimiz nerelere saplanıyor? Acaba ''insan'' denince hatırlanıyor muyuz? ''

 Posta Kutusundaki Mızıka ile birlikte kimi zaman hayal dünyanızın kapıları çalınıyor,kimi zaman dosttan gelmiş bir mektubu okuyor gibi oluyorsunuz.Kendinizi bazen bir öykünün başlangıcında,bazen bir şiirin sonunda buluyorsunuz.Bazen de okuduklarınızla beraber çuvaldızı kendinize batırıyorsunuz.
 Eğer sade ve basit anlatımlardan sıkılmış ve yeni bir tat arıyorsanız; yeni yetme bir sherlock havasında okuduklarınız üzerine kafa yormayı seviyorsanız,kitaplığınız için yeni bir kitap buldunuz demektir.
 Bu arada kaleminizi yanınızda bulundurmayı unutmayın !
  

25 Eylül 2013 Çarşamba

Kar Yağarken



Yazdıklarım kadar büyük olmak isterdim dedi şair.
Mısralarım kadar güçlü olabilmek mesela..
Hayallerimi yazarkenki kadar geniş tutabilmek her zaman.
Kalemimin kağıttaki darbelerini seyrederken olduğum kadar mutlu olabilmek.
Sonra bir nefes daha çekti bitmek üzere olan sigarasından.
Dumanın havada kayboluşunu izlerken, yol aldı geceye şair...

29 Ağustos 2013 Perşembe

Uyuşturulmuş Beyin

  Uyuşturulmuş beyin,evet.Bazen yazmak konusunda fikirlerimi toparlarken-toparlamaya çalşırken- amaç sözcüğü gelip karşıma dikiliyor.''Neden yazıyorum,kim için yazıyorum?'' Yazdıklarım insanları düşünmeye,araştırmaya yönlendirmiyorsa;zihinlerinde şimşekler çaktırmıyorsa söz cambazlığından başka ne yapıyorum ben?Kimi zaman ''sanat sanat içindir ''diye cevap versemde bu sorulara, her zaman yeterli olmuyor.Düşündüğünü,araştırdığını zanneden veyahut zamane bilgi kirliliği içinde kaybolmuş gençleri gördükçe yaptıklarımı tekrar tekrar sorguluyorum.Etrafında olup bitenden habersiz, tasvire gerek kalmayan,aklınızda tipi çok kolay canlanabilecek bir nesil var.Ya popülariteye kapılıp ne istiyorlarsa onu yazacaksın.Aşk sözcükleri düzecek,yeni yeni betimlemeler bulacaksın.O uyuşturulmuş beyinlerin uyumaya devam etmesine izin verecek hatta destek olacaksın-destek denilebilirse tabi-Ya da bildiklerini arttıracak,araştıracak ve zorlu bir yola girip gözlerinin önünde duran gerçeği göstereceksin onlara.En başta kendine;''Uyan !'' diyeceksin.
  İşin bu tarafında olan kişiler için görmesi çok basit bir gerçeklik bu.Yazdıklarınızın tepkilerine baktığınızda okuyucunun neyi istediğini anlamak çok kolay.Peki bir edebiyatçı olmak,yazar,şair vs. sıfatı ne olursa olsun, nerede duracağını seçerken kriter ne olmalı ? Zaman zaman bende sürükleniyorum o akımda.
 Birkaç sevgi sözü dizmek edebiyat değil,ardı ardına dizilmiş betimlemeler dizisi hiç değil.Bunların hepsi edebiyatın bizim basitleştirdiğimiz günümüz hâli.
Yani demem o ki hangi akım,hangi düşünce,hangi izm olursa olsun okuyun,araştırın ve nöronlarınızı biraz olsun hareketlendirin.Kulağını çekip tahtaya vuruyorsan,üç harfli deyip duruyorsan,fallara inanıp  ondan bundan duyduğun şeyleri alışkanlık ediniyorsan hâlâ varoluşmuş septiklermiş gibi felsefi arayışlarla gelme bana.
Gazete okuyun mesela.Birkaç köşe yazarını takip edin.Büyük puntolarla kalmasın okurluğunuz, azıcık derine inin.O zaman anlayacaksınız içinde  kaybolup gittiğinizden çok daha büyük bir dünya var.Ve sandığınızdan çok daha fazla şey...
 Eh bugün biraz dertleşmiş olduk galiba.Bazen bende sivri dilli olabiliyormuşum,iyidir iyi.

20 Ağustos 2013 Salı

Kürk Mantolu Madonna-Sabahattin Ali

      Kürk Mantolu Madonna'nın ilk okuduğum Sabahattin Ali kitabı oluğunu söylesem bana kızar mısınız ya da beni eleştirir misiniz bilmiyorum ama hayatımda her zaman için doğrucu davut olarak adlandırıldım.Bu yüzden her türlü eleştiriye açığımdır doğruluk payı olduğu müddetçe.
           

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Sükûtun Sırrı


Yazarken en güzeli ney.Üfleyişlerin arasında sükûtu demleyip,yönelmek ruhunun dehlizlerine.Gör bak, neler gizli içinde...
 Bugün susuşlarıma eşlik etti birkaç kelime.Kim demiş yağmur kaçağı bu şair hep uzun yazar diye?
  Susarım bende çokça.Kalemim kağıdım sustuğunda ne güzel anlaşırız biz. Bir semazen olur, mısra mısra döneriz.Hele sarı saman kağıtsa ve mürekkepli kalemim.
Lahzâlar birbirini takip eder.Sükût; ney olur üfler,rüzgar olur eser,yağmur olur damla damla iner mânâ alemine.
   Sükûtun sırrına mazhar olabilmek dileğiyle..şiirle kalın...

Geceme eşlik eden ney musikisi;

  

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Düğümlere Üfleyen Kadınlar - Ece Temelkuran

 Bir gün batımında dalgaların sesini dinlerken, rüzgar ruhumu okşadığı sırada bitirdim kitabı.Hani hiç bitmesin diye sayfaları ağır ağır okuduklarımız vardır ya işte bu kitapta benim için öyleydi.Önce ismi beni benden almıştı ''düğümlere üfleyen kadınlar''.Bu düğümlere üflemek neyin nesidir diye araştırdığımda karşıma felak suresinin 4.ayetinin anlamı çıktı;''düğümlere üfleyenlerin şerrinden.'' Yazar da böyle mi düşünmüştür diyecek olursanız kitabında cevaplıyor bu soruyu Temelkuran. Sonra bir söz daha kitabın kapağında yazan 'çünkü bir erkek bir kadının nefesi kadar'.

Eh sonrası malum;kitabı edinip başladım okumaya.Kitabın sonunda ise yine deniz kenarında güneşe veda ederken Madam Lilla ve kızlarına da veda ettim.

   Sayfalardan birinde “…Şimdi başımızdan geçenleri hatırlayınca olanlara inanmakta zorluk çekiyor olmam umarım bu yol hikayesini okurken sizi etkilemez.''yazıyordu.Nasıl olur da benim gibi seyyah-ı alem bu yol hikayesinden etkilenmez? Korkarım artık çok geç.
   Yazarımız Tunus’ta başlayan tanışma hikayesini,dört farklı kadının dört farklı hayatlarını size Madam Lilla'nın masasında bir köşede yer vermişcesine anlatıyor ,duru ve akıcı anlatımıyla kitabı adeta yasemin çiçeklerinin yaprakları arasında taktim ediyor.Hikaye baştan sona kadın gücü, devrim, aşk ve gizem kokuyor.Tıpkı  yasemin çiçekleri gibi.
           
  Madam Lilla olarak tanıdığım,gizemini koruyan eflatun ipekler giymiş,beyaz saçlı ana karakterimiz gittiği her şehirde farklı bir isimle tanınıyor.Tunustan ayrılıp Libya’ya, ordan Mısır ve Lübnan.Hangimiz istemezdik ki hayatımızı arkamızda bırakıp geçmişi düşünmeden yola koyulmayı.Bu dört kadın bunu her ne kadar yapmaya çalışsalarda geçmişleri,hatıraları,anıları hiçbir zaman yanlarından ayrılmadı.Amira’nın Muhammed’i ,Maryam’in Dido anıtı ve Madam’ın hayatının adamı…Ve yazmaya küsmüş kalemi ile bir Türk gazeteci.
           
       Ece Temelkuran hikayeyi okadar derinlemesine işlemiş ki okurken adeta sizi içine çekiyor. Kendinizi bir anda o kadınların yerinde olayların tam ortasında buluyorsunuz.Peşinizdeki silahlı adamlar sizi kovalarken oturduğunuz yerde sabit duramıyor,Madam’ın yemekte sunduğu ev yapımı gül şarabını sanki siz yudumluyorsunuz.Muhammed’in ''tatlıcık'' diye hitap ettiği mektuplar sanki size yazılmışcasına hüzünlendiriyor, kimi zaman yüzünüzde tatlı bir gülümseme oluşturuyor.Ya Dido’nun anıtına ne demeli? Onun efsanesini okurken acaba gerçek olabilir mi diye düşünmeden edemeyeceksiniz !
   Bir okuyucu gözüyle söylemek gerekirse ;bu kitap sayesinde bir kez daha paranın açamadığı kapıları saygınlığın ve zamanında yapılmış olan iyiliklerin açtığını gördüm.(ve buradan kendime bir yol haritası edindim).Bunlar size kitaptan etkilenip,pollyannacılık felsefesine kapılmış bir yazarın fikirleri gibi gelebilir.Okuduğunuzda bu düşüncenizi tekrar gözden geçireceksiniz.
     Ve kitapta anlatıldığı üzere her tanrıça’nın 6 temel özelliği vardır.Bunları  yazıp heyecanınızı söndürmeye yüreğim el vermiyor.Ama bir ip ucu; Muhammed’in yazdığı 6 mektup,Dido’nun 6 anıtı ve her tanrıçanın olmazsa olmaz 6 temel özelliği.Hee bir de unutmadan 7.kural’ı ise siz koyacaksınız.Kitaba göre her tanrıçanın hakkıdır bu.
           
            Ben kendime yedinci kuralı buldum.Peki ya siz ?
           

          Yazar:Nur Bağrıyanık- Mehtap Karayiğit
          Dırdırcı Editör:Mehtap Karayiğit

  editörün notu: yazısına yaptığım  hiçbir değişikliğe karşı çıkmadan kabul eden pek sevgili arkadaşıma teşekkürlerimi buradan iletmek isterim :)
                                                                                              

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Öykü Tadında Bir Gün

İki ders arasını geçiştirmek için adımlarken bu sözcük kokan döküntü yerin merdivenlerini,gözüm biraz önce ayrıldığım beyaz kolonlardan birinin yanına iliştirilmiş, dört yerden bitme sandalyesinden biri eksik olan masaya takıldı.Geçip oturdum.Neden sonra son sınıf olduğunu öğrendiğim bir genç kız,kendisini beyaz bir sayfaya bırakmış resmediyordu düşüncelerini.
Bütünüyle ders çalışma şevkimi kaybetmiş olmam ve geçmeyen zamandan için için şikayetlenişim beni onun yazdıklarına götürdü.Daha genç olduğunu sandığım bu kız yaşının verdiği olgunluğu yüzünde hiç de taşımayarak yazıyordu satırları.Uzun kahverengi saçları arkadan toplanmıştı,ela gözlerinde derinlerden gelen düşünceli tebessümler aksediyordu.Zaman zaman eliyle alnını sıvazlıyor,düşünüyor silip tekrar yazıyordu.Canım satırlara yazık ediyordu fikrimce.Yazdıklarının dörtlük olduğunu farketmem beni büsbütün koparmıştı kütüphanenin renksiz uğultusundan.Şiir yazıyordu.Son zamanlarda şiir yazamıyor olmam mı şiire düşkünlüğüm mü bilinmez kendimi yazdıklarını okurken buldum.Göz ucuyla bakıyor sonra kaçıveriyordum bakışlarımı.Ama yazdığını görmüştüm bir kere kurtuluşum yoktu.Dayanamayıp ayırıverdim onu ilham arayışlarından.
-Şiir mi yazıyorsunuz?
-Pek sayılmaz aslında, evlilik davetiyesi!
Büyük bir şaşkınlık yaratmıştı bu bende ve aynı zamanda birazda hayal kırıklığı.Şiir üzerine uzayıp gidecek  güzelim sohbetin tadı içimde kalmıştı.Tahminimin çok dışında son sınıf öğrencisiydi ve temmuzda evlenecekti.Davetiyesini ise kendi yazmak istemişti,hayallerindeki gibi.İyice ilginçleşmeye başlıyordu hikaye.Ne yazdığına olan merakımı dindiremeyip sordum:
-Okuyabilir miyim? 
''Tabi '' dedi gülümseyerek.Aşkın düş bahçesinde bulduk birbirimizi,kıtalar arası bir birliktelik... diye başlıyor ve Asyadan Avrupaya uzanan bir aşk hiyakesi türünden cümlelerle devam ediyordu satırlar.Yine bir şaşkınlık yaşayacağımın farkına vardım o an.Günün geri kalanında daha çok şaşıracağımı bilmeden.Bu kıtalararasının hikmetini sorduğumda eşi olacak kişinin bir Alman olduğunu söyledi.Aklımdaki soruyu tahmin etmiş olmalı ki cevap verdi
''Netten tanıştık.''Bu cümlenin üzerine artık hiçbir cezbediciliği kalmamıştı benim için bu hikayenin.İçinde bulunduğumuz zamanın yeniyetme aşk stillerinden biriydi ve yaşadıkları sadece birer sanrıdan ibaretti bana göre.Ama önümde hazırlamaya çalıştığı o dizeler benim bu söylediklerimle biraz tezat oluşturuyordu.Şu durumda çoktan bitmiş olmalıydı onlar için bu aşk.
En nihayetinde benim merakım geçmişti ve mutluluklar diledikten sonra ayrıldım yanından.Sağolsun epey ilerletmişti saat kadranını benim için.Bu satırları onun yanındayken kaleme almaya başlamıştım.Anlaşılan depreşmişti içimdeki yazma isteği.Öyle ki dersin hocasını beklerken de devam ettim bu hoş telaşıma.Deja-vu yaşayacağımı kim bilebilirdi az sonra ?
Yazıyor olmam tıpkı benim gibi az biraz kitap sayfaları arasında gezinmiş arkadaşımın gözünden kaçmamıştı.Tüm düşüncelerimi bölerek sordu :
-Hep böyle yazar mısın?
Anlamıştım işte o an bugünün gerçek anlamda sıradışı ve edebi bir gün olacağını.Yarı utangaç gülümsedim:
-O kendini zorladığında yazarım.
''Çok güzel bir şey yazmak,insanı diğerlerinden farklı kılıyor.'' diye başladı sözlerine.Kapitalizmin içinde insanın duygularıyla hemdem olabilmesinin çok güzel bir durum olduğunu anlatan cümlelerle devam etti.Adını dahi öğrenemediğim o kişiyle edebiyat dair konuşmalar aldı başını gittti.Her ne kadar başlarda çekingen davransamda onun cevher bulmuşcasına soruları ve içimdeki edebiyat aşkı yazımın devamını şimdi içinde bulunduğum tıklım tıkış  ve sıcakla daha da çekilmez hale gelen otobüste yazmama sebep oldu.Tadı damağımda kalan edebiyat sohbeti kısacık bir öykü tadında geçivermişti.Öykünün sonunda şöyle diyordu; siz yazmak isteyin,o sizi muhakkak  bulacaktır.


5 Temmuz 2013 Cuma

Dört Satır

Bir tarih kitabı bir insanı ne kadar hatırlatabilir
Hangi savaşın içinden çekip alırsın onu
Bulmaklar peşini kovalar bazen
Sen canperâne  kaçmaya çalışırken
Bir tarih kitabı nasıl şiir yazabilir
Bilinmeyen zamanların içine düşersin,gözlerine dolar mısralar
Zihnine bir fotoğraf düşer kaçtığın sokaklarda
Adını dâhi unuttuğun bir şarkı
Zaman değiştirir,mekan değiştirir,mevsim değiştirir ruhuna
Bir tarih kitabı bir insanı nasıl hatırlatabilir
Hangi yüzyıl, hangi devir anılarını serer önüne
Sen mi kovalarsın hatıraların peşini,hatıralar mı senin
Yoksa bir şarkının dediği gibi
Neyi arıyorsak, onu mu buluyoruz
Bir tarih kitabı kaç hâle büründürebilir insanı
Kaç başkent değiştirir yüreğin aynı anda
Kaç ihtilâl yorar ruhunun mihenklerini
Gözlerinden boşalır,gözlerine dolanlar
Yılları peşpeşe sayarsın
Bir tarih kitabının sarı sayfalarında
Dört mısra yeter seni şair yapmaya
''o şehirden geçiyordum, gözlerim doldu
gözlerime doldun
gözlerim seninle doldu
sen gözlerimden boşaldın.''

not:soru işareti ve diğer noktalama işaretlerini çoğu yerde kullanmadım.okurken gözünüzü yorsun istemedim.çokta sevmem zaten.belki birazda attila ağbimize öykünmüşümdür,muhtemeldir. :)

meraklısı için şiire pek bir yakıştırdığım fon ;




22 Mayıs 2013 Çarşamba

Özledim

Özledim...
Kalburüstü hayallerimin içinde gerçekliğinin beş duyu organına hitâp eder varlığını.Ben ete kemiğe büründürmüştüm onları bu doğru.Fakat yadsınamazdı var oluş sebeplerinin varlığın oluşu..
Kabul etmek gerekiyor sanırım;gurur terazisinde kıymetinin,özleminin bencilliğim karşısındaki ağırlığını.
Kabul etmek gerekiyor sanırım ;ruhunu hissetmenin güzelliğinin nesneni görmek kadar olduğunu.
''Seni hissedemeyeceğim kadar uzağa git'' tezimin umarsız yıkılışı,  ''gözden ırak olan gönülden de ırak olur'' tezini de darmadağın ediyor bu vakitlerde.

Özledim...
Görmediğim gözlerini.Görmem için göze ihtiyacım olmadığı gibi, gözlerinsiz de görebilirdim gözlerini.

Özledim...
Her şeyi bir kenara bırakıp ,kalbiminde aklımında hükümranlığına son vererek fetret devri yaşatabilmeyi ruhuma.

Özledim...
Beyaz bir sayfada görebildiğim seni.Bembeyaz saydığım ruhun sahibini.
Ucu yanık bir mektup gibi gecelerim.Satır satır bir dem alıyorsun rüyalarımdan.
Bense bir dem yalnızlığı yudumluyorum hasretinden.
Burnumda sensizliğin hazin kokusuyla kapayıp gözlerimi,bir dem çalıyorum hayali geçmişten.

Özledim....

19 Nisan 2013 Cuma

Fast-Yazı

Severim yazdığım yazıların tepkilerini duymayı.Yazar-çizer tayfası az çok bilir bu heyecanı.Zaman zaman yazılarımın uzunluğundan dem vuruyorlar.Sözüm ona çok uzunmuş yazılarım.İnsanlar kısa yazıları severmiş.Uzun yazı okuyunca sıkılır,bırakırlarmış.İskender Pala yazsa o yazıyı gene okunmazmış.Ah be üstad bunları duysan serzenişin nasıl olurdu acaba?
Haksızda sayılmazlar aslında.Zip'leyerek yaşadığımız hayatımız arasında okumanın ve yazmanında bir winzipi olmalıydı.Twitterda 140 karakter sınırı var mesela.Facebook birkaç kelam daha etmene izin veriyor.Telefonda mesaj filan yazıyorsan aman ha 160 karakteri geçeyim deme.Çok yazmak istiyorsanda harflerden çalarak yaz.''tamam'' yerine ''tmm'' yaz mesela.Hızlı yaşıyoruz artık.Sende ayak uydurmalısın buna.Uzun uzun mektuplarımız yok bizim.Zaten öyle günlerce bekleyemeyizde.Anlık yaşantılarımızla bütünleşen anlık iletilerimiz var.Birde geniş geniş televizyon karşısında geçirdiğimiz,bilgisayar oyunlarıyla harcadığımız saatlerimiz var.O yüzden okumaya vaktimiz yok.Gazetelerin büyük puntoları kadar bizim okurluğumuz yada o sanal aracılarda paylaştığımız özlü sözler kıvamındaki yazılar kadar..
Neyse daha fazla uzatıp sizi sıkmayacağım.Yazımı bitirmeden önce son bir not; ''uzun yaşayın,çünkü uzun yaşanan şeylerin güzelliğide uzun olur.''

işte buda benim anlattıklarımın kısacası, olur ya nöron sisteminize yazım uzun gelir belki diye;

 

26 Mart 2013 Salı

Bulutların Gözyaşları

Yine yağmur başladı
Sen severdin yağmurun tenine değişini
Yapraklarla dans edişini izlemeyi
Ben sevmezdim oysa ama yine seni kıramaz girerdim koluna
Yürürdük ta ki yağmur vazgeçinceye kadar bizden
Sessiz karanlığın bölünüşüne kadar konuşurduk
Ben bir türlü anlayamazdım senin yağmur sevdanı
Kimi zaman kıskanırdım da
Şiirler yazardın okumaya doyamadığım
Sanki yağmur olmasa eksik kalacakmış gibi hepsine yazardın
Hepsinde bir başka güzel anlatırdın
Beni anlatırdın ama yine o vazgeçemediğin yağmur damlalarına benzetirdin;
''Gecenin karanlığında,
Bembeyaz bulutlardan nazlı nazlı inen yağmur tanelerinin
Daha inmeden bulutları özlediği gibi özlüyorum seni..''
Ağladığımı farkedince gözyaşlarımı siler yüzümü iki elinin arasına alıp
''Ama yağmur damlaları ağlamaz ki onlar bulutların gözyaşlarıdır
Kimi zaman mutluluktan kimi zaman hüzünlenince,
Şimdi sen ağlarsan dayanamaz bulutlar’’ der
Yine beni güldürmeyi başarırdın
Ben ise sana sarılırdım
Sonra bırakırdım yağmurların bulutları bıraktığı gibi
Şimdi anlıyorum yağmuru neden sevdiğini
Sende benden yağmurların bulutları bıraktığı gibi gitmedin mi ?...

Her Hakkı Saklıdır.

12 Mart 2013 Salı

Selim İleri Günceli

 Bilenler bilir Selim İleri'yi.Edebiyatımızın köşe taşlarından olmuş bu yazarı onlar için fazla anlatmaya gerek yok.Bilmeyenler için ufak bir izâhat geçelim, zirâ konumuz daha başka :
  30 Nisan 1949 İstanbul doğumlu Selim İleri.Bilim adamı Profesör Hilmi İleri'nin oğludur.1968 yılında Atatürk Erkek Lisesi'ni bitirdi.İstanbul Hukuk Fakültesi'ni yarıda bıraktı.İlk öykü kitabı Cumartesi Yalnızlığı daha 19 yaşındayken yayınlandı.İlk yazısını 1967 yılında Yeni Ufuklar dergisinde yayımladı.
 1998 yılında ise Kültür ve Turizm Bakanlığınca verilen Devlet Sanatçısı ünvânını almıştır.
 Romanlarında ve öykülerinde bireyin iç dünyasını yansıtan yazar,ilk eserlerinde bireyler arasındaki iletişimsizlikleri de ön plana çıkarır.
 Cumhuriyet gazetesinde uzunca bir süre makaleler yazan yazar,2008 yılından bu yana Zaman gazetesinin cumartesi ekinde İstanbul'la ilgili yazılar kaleme almaktadır.
 Geçtiğimiz yıl ise Cumhurbaşkanlığı kültür ve sanat ödülünü almıştır.
  Dikkatinizi çekmiş midir bilmem ama hepimizin aklında yer etmiş o ünlü yazarlarımıza baktığımda hukuk fakültesini ya son sınıfta yada yarıda bıraktıklarını görüyorum.Artık kerâmet hukuk fakültesinde mi yoksa yarıda bırakmakta mı ? bilinmez.Ama bilinen bir şey var ki onların çok çalıştığı ve edebiyata gerçekten gönül verdikleri.Selim İleri'nin tam da bu konuyla ilgili ''Nasıl çalışıyorlardı?'' adlı bir yazısını okumuştum daha önce.
Okurken Necatigil'in Beşiktaş'taki evinin çalışma odasındaydım kimi zaman,kimi zamansa Edip Cansever'in Bebek'teki evinin yokuşunu adımlıyordum zihnimde.Sonra Attilâ İlhan'la Maçka yollarını adımladık yağmur ertesinde.Sabahın erken vakitlerinde şiirlerini kuruşunu izledim.Ne çok beğendiğimi hatırladım ''Böyle Bir Sevmek''i.Yağmur sokağında bir süredir kalemimi değdirmediğim sayfalar,hayat telaşesine kaptırdığım hayalim dikildi karşıma.Hayal ettiklerim ve bu konuda benim ne kadar çaba gösterdiğim...Birer ayna misali gösterdiler beni bana.Aslında edebiyatın ''popülarite'' ye bağlı  algılandığı şu zamanda yazma çabası içinde olan herkese cevap  niteliği taşıyordu her cümle.
 Bugün aramızda olmayan birçok ustanın yaşamına,çalışma şekillerine tanık olmuş İleri.Öyle ki Attilâ ağbi diyor yazsında.Tasavvur etmeye çalışıyorum zihnimde; anlattığı mekanları,yazmanın tadını..Zaman zaman 'şair' demeye yeltendiğim olurdu kendime.Gülümsüyorum..eh bizden olsa olsa şair çırağı olur ancak.Gün geçtikçe güzeliğini kaybeden bir çok şeyden biride ''yazmak''.Eskiden deriz ya hep daha bir güzeldi her şey.Buna dem vururcasına anlatmış yazar o günleri.İşte onun kaleminden birkaç satır :
 ''Unutur muyuz,bilmiyorum.Tandığım yazarların,bugün çoğunu yitirdiğimiz şairlerin,hikayecilerin çalışma şekillerini,yazı mekânlarını,'kendine ait' odalarını ben unutmadım.Üstelik sadece bir merak değildi.Bir yandan da bir şeyler öğrenirim,bir şeyler kaparım hayalindeydim...
 Hemen başlangıçta değil, yine de yolun başındayken 'şair'ler gönlümü çelmişti.Belki düzyazıda şiirle beslenmek istiyordum.Bu yüzden de şiir nasıl yazılır,şiir 'nerede' yazılır ilgimi çekiyordu.
...
Hayır,unuttuğumdan değil,hiçbirini unutmadım.Fakat şimdi hatırlayışlar hep iç içe geçiyor.Necatigil yine buruk gülümsüyor.Uzakta,pencereden görünen Süslü Karakol'u göstererek, ''Süslü Karakol'' adlı oyununu nasıl yazdığını anlatıyor...
Bu çalışma odası kitaplarla dolup taşardı.Şairin üstü kalabalık masası,daracık sedir,bol sigara dumanı,yazsa pencere aralık,sonra yorgun perdeler... ''
 Benim gibi yazmanın tadı damağında duran nicesi için Selim İleri'nin kaleminden ustaların çalışma şekillerine dair alıntılar için yaznın devamı;

http://www.zaman.com.tr/selim-ileri/nasil-calisiyorlardi_1259619.html

7 Şubat 2013 Perşembe

Gecelerde

'Seni yürümek gecelerde'
Serseri gibi dolaşıp oradan oraya
Öğrenmek sokaklarını
Adımızı yazabilmek her köşebaşına
Tüm çıkmazlara sevgimize çıkar yazmak
Hemhâl olabilmek aşkın her haliyle
Yerleşmek gönlünün tek katlı evine
Göl kıyısında, yeşillikler içinde
Siyah beyaz filmlerin esas oğlanı ve kızı olmak
Yüreğinin tek perdelik sahnesinde
Kıt kanaat ama mutlu
İki dilim ekmekle ama tutkulu
Yol almak derinlerinde
Kaybolup ıssızında
Bir ömür olabilmek
'Biz' olabilmek...



2 Şubat 2013 Cumartesi

Benlik

Dayadı sırtını İstanbul'a,zaten bir tek İstanbul vardı sırtını dayayabileceği.Açabildiği kadar açtı kollarını.Derin bir nefes çekti içine.Oldu olası sevmediği yağmura izin verdi bu kez.Yüzünü çevirdi yağmura bir ıslık tutturdu çok sevdiği o şarkının tonlarında.Dudaklarını ıslatırken yağmur, ne çok kendi olmaktan vazgeçtiğini farketti.
Yağmuru sevmeyişi dahi kendine ait değildi.Yağmurun öfkesi bastırdı,damlalar renk tuttu teninde.Kızmadı,saklanmadı da her zaman yaptığı gibi.Gök gürültüleri eskisi kadar yabancı gelmiyordu artık.
Ruhunda duyduğu gök gürültülerinden daha fazla korkunç gelmiyordu çünkü.Yürümeyi öğrenen bir bebeğin heyecanında adımlarını atıyordu kendi yolunda.Ve bu sefer kimsenin değil kendi şarkısını söylüyordu.Alabildiğine kendi olmuştu ilk defa.İstanbul'a baktı..İçten bi gülümseyiş yerleşti dudaklarına.
Elleri ceplerinde,telaşları ardında bırakıp yol aldı kendi benliğine...
                               

11 Ocak 2013 Cuma

Geleceğe Dönüş


 Denizin kokusunda sayfalar uçuşuyordu.Muhteşem manzarasıyla Sarayburnu'na takılı kaldı gözlerim.Önceleri daha da güzel olduğunu düşündüm, gözümde canlandırmak pek kolay olmadı.Daha sonraki yıllardaki halini ise canlandırmak istemedim.Tekrar kitabıma döndüm,sessizliği bölen çapraz masadaki üç teyzeden en genç olanının bağırırcasına söylediği cümlelerdi.Anlaşılan bugünün payına düşen otuz sayfadan ibaret olacaktı.Birkaç sayfa sonra seslerini duymamaya başlayacağımı düşünerek devam ettim okumaya. Ama ne var ki bugün rahat yoktu.''Gençlik bitti diyordu.Bak bizim toruna; daha beş yaşında velet okuma yazma bilmiyor ama bilgisayar kurdu.'' Hemen karşısında oturan ondan birkaç yaş büyük olduğuna kanaat getirdiğim diğer bir teyze yeşil gözlerini kırpıştırarak doğruluyordu onu.
 Birkaç gün önce üniversiteden arkadaşlarla tartıştığımız konu olmasından mı yoksa teyzenin yanımdaymışcasına konuşuyor olmasından mı bilmiyorum,dördüncü bir kişi olarak buldum kendimi aralarında.Gri şalını rüzgardan kurtarıp kendine sarmaya çalışırken bir diğeri katıldı konuşmaya.''Haklısın komşucuğum.Ruh öldü öldü.Ahh ahh önceden böyle miydi?Ne bilgisayar denen illet vardı ne televizyon.Şimdikiler televizyon başından kalkacakta iki sohbet edecek seninle..nerde...O delibozması aletten sohbet ediyorlarmış.Bizim büyük torun öyle söylüyor.Daha iflah olmaz bu nesil.''Bu cümleyi daha önce duymuş muydum ?Evet,Ahmet'le en son konuştuğumuzda konu tamda buydu.Gelecek nesilden, içinde var olduğumuz zamandan ,bu konuda neler yapabileceğimizden bahsetmiştik.''İlla sanal yaşıyoruz artık.Nerede ruh nerede samimiyet.Uzaklıklar yakın oldu diyorlar teknojiyle,daha çok uzaklaşmadı mı birbirinden insanlar?Babamın anneme yazdığı mektuptaki sıcaklık nerede?Nerede gaz lambasıyla aydınlanan evlerde ki muhabbet?Nerede birbirini özleyebilmenin sevgide ki karşılığı?Sanal yaşıyoruz artık kardeşim.''demişti.Ve bende tıpkı bu teyze gibi onaylamıştım onu.Bizim gibi düşünen birkaç arkadaş bir şeyler yapmamız gerektiğini düşünüyorduk.En yakınlarımızdan başlayarak sanal aracılarla yaşanan hayatlara dur diyecektik.Bende  söylemiştim görüşlerimi ;'' Biz büyüdük kirlendi dünya diyorlar.Oysa insanoğlu kendi kendine yapmıyor mu bunu?Biz büyüdük ve kirlettik dünyayı demek daha doğru aslında.Değil mi ki insan kendi kıyametini kendisi hazırlıyor?Gelişiyoruz,ilerliyoruz demek ne kadar doğru bu duruma bilmiyorum.Çünkü kazanımlar karşısında kaybedilenler de bir o kadar fazla.İnsanlar birbirinin yüzüne söyleyemeyeceklerini sanal aracılarla söylüyorlar,özel hayatlarına dair her ayrıntıyı diğer insanlarla paylaşıyorlar.Bir insanın nasıl olduğunu anlamak için arkadaşlarına sormak yerine kişisel sayfalarına bakılıyor.Bir şeyler yapmalı bir yerden başlamalı.'' ''Önce kendimizden.''diyerek konuşmayı sürdürmüştü bu yanlış gidişe kafa tutan  arkadaşım.''Mahremiyette güzellik vardır.Herkesin sana istediği gibi ulaşabilmesi,seninle ilgili bilgiler edinebilmesi seni özel yapmaz hatta kamusal bir varlık haline getirir.Çocukluğumuzdan bu yana dahi neler değişti?Hangi çocuk, hangi oyunu biliyor şimdi?Hangisi sokakta seksek oynuyor?Çocuklardan yaşıtlarımıza dönelim; hangi sevgili sevdasını gerçekten yaşıyor?Birbirini sanal aracılarda tanıyıp,sadece bu yolla görüşebilen ve aşık olduğunu söyleyebilen insanlar varken inanabilir misin hâlâ aşkın varlığına?Televizyonun kitap aralarına,gerçekliğin sanal aracılara tercih edildiği bir zamanda gelecek için endişelenmeyeceğini söyleyebilir misin?''demişti.
 Masamın altından ayaklarıma dolanan haylaz bir kedi sıyırdı beni dalıp gittiğim anı demetinden. Teyzeler ise gitmişti  çoktan.Kitabımı elime alıp giderken Ahmet'e verdiğim cevap geçiyordu düşüncelerimden;''bir şeyler yapmalı...''Şimdilik bize katılanlar ise sadece onlardı...

3 Ocak 2013 Perşembe

Beyaz Kağıt


  Bırakmıştım yazmayı.Ama olmadı, bu beyaz kağıtta gizlenenler beni yine alıp buraya getirdi.
Bir ormandı beyaz kağıt keşfedilmemiş güzellikler barındıran içinde. Kendin olduğunu anlamanın en güzel yoluydu kalemini kağıtla buluşturduğun o an.Herkes bakar fakat sen görürsün felsefesinin gerçeğinin vuku bulmasıydı kelimelerle görebilmek. Ve bunun için yalnızca bir yaprak yeterdi.Daha önce hiç tatmadığın bir lezzeti öğrenir gibi,adı duyulmamış betimlemelerin taze çiçeklerini sunabilmek sonsuzluğa.sonsuz olabilmek..

  Hayat sunar beyaz bir kağıt, geçmişle gelecek arasında...Bazen bir resim anlatır mutluluğu renklerin dansında.İçini döktüğün bir arkadaş oluverir aniden,konuşmasada ruhunu dinlendiren ki konuşur aslında yeter ki onun melodileri ve sizin notalarınız aynı şarkıyı mırıldansın.
  
Beyaz bir kağıt öğretir insana siyah ve karanlık arasındaki farkı.Karanlık çöktüğünde oda siyahtır diğer her şey gibi, özünden hiçbir şey kaybetmemiştir oysa.Karanlık onun siyah olduğuna inandırır. Işığı yakaladığında kalkar perdeler ve görünenin ardındaki görünür olur;kağıt hala bembeyazdır...
  
Küçük bir tekneydi beyaz kağıt, hayalleri gerçekler limanına taşıyan.bazen bir ölüm fermanı bazense mutluluk sebebi sunan..ustasının elinde yaşam bulan ve aslında yaşamın ta kendisi olan..