Okuyucularımız

21 Ekim 2014 Salı

3 ekim ;

  Dört yıl yollarını teptiğim, artık yol üzerindeki esnaflarla tanış olduğumuz yollardayım yine. Valizimin tekerleğinin sesi gidişimi haber veriyor. Zihnim anılar demetini yollayıveriyor kalbime. Ani bir heyecanla İstanbul'dan tekrar ayrılacağım hissine kapılıyorum ama hemencecik geçiyor. ''Bu sefer öyle değil, birkaç güne döneceğim. Turist bile sayılırım'' diyorum. Hoşuma gidiyor bu kelime. Esnaflar valizimle beni görünce nereye gittiğimi soruyorlar. Bursa cevabını alınca şaşırıp, ''sen mezun olmamış mıydın?'' diyorlar. Birde mezunken keyfini çıkarayım dedim Rasim amca diyorum. ''Alem kızsın billa. Var git bakalım ama cabuk dön hee ''diyerek tembihliyor beni. Gülümsüyorum, peki diyerek. Nihayet Kabataş'a vardığımda aynı veryansını bizim martılar da yapmasın mı. '' Bu sefer çabuk geleceksin değil mi? '' diyor içlerinden bir tanesi. ''Evet'' diyorum, ''hemen döneceğim.'' Simitimin bir parçasını koparıp savuruyorum ona doğru, Havada kapıveriyor.Baya ustalaştılar bu işte. Bir ıslık çalıyorum ayrılırken yanlarından . Bu görüşürüz demek aramızda. Onlar da kanat çırpışlarıyla karşılık veriyorlar.
  Şimdi feribotumun koltuğu cam kenarında olan köşesine geçmiş, ara sıra ucsuz bucaksız denizi seyre dalıyor bir yandan da bir seyyahın yol defterini yazıyorum.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Yalnızlığı Sulamak


Gün gece yarısını geçtikten hemen sonra, yapılacak ilk iş :
Yalnızlığı sulamak..
Nasılsa gün içerisinde fazlaca ekmiş oluyoruz ya.
Şimdi kalkmış bana ''yalnızlığa karşı panzehir hazırla! '' diyorsunuz.
Ne haddime efendi,
Yalnızlığa karşı panzehir hazırlamak !!
Kel ve merhem olayı hatıralarınızdan çok mu uzakta?
Ama ufak bir anekdot:
Birkaç tane yıllanmış, sayfaları sararmış kitap.
Ve birkaç damla mürekkep ile,
Eğer varsa bir de kurutulmuş leylak ile çözülemeyecek yalnızlık yoktur.
Ama dediğim gibi;
Gün gece yarısını geçmişse yapılacak tek şey; yalnızlığımızı sulamaktır.

fotoğraf ve yazı : Nur Bağrıyanık
http://instagram.com/__seyyah__

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Kalış

Odam dağınık..
Yüreğim kadar,
Zihnim kadar.

Odam dağınık..
Çünkü eşyalar yerini yadırgadı.

Odam dağınık..
Çünkü ben toplayamadım onları.

Odam dağınık çünkü,
Ben sana yazıyorum onları.

16 Temmuz 2014 Çarşamba

0.1.


Sevgili,
Sen bir mektup gönderiyorsun.
Ben bir soluk,
Bir yaşam alıyorum ellerime.

İçime çekiyorum önce kokusunu
Gece kirpiklerini kırpıştırıyor heyecandan.
Küt küt atıyor gecenin kalbi.

Sonra mektubunu açıyorum, başucumdaki mum ağlıyor.
Kaleminden düşen her bir harf, geceyi bölen sabah ezanı sâdâları gibi nakşediyor ruhuma.
Mektubunun sonuna düştüğün o iki mısra, güneşi doğuruyor avuçlarıma.
Gülüşün çarpıyor kulaklarıma satırlarında.

Gözlerimi kapatıp, kalem vuruşlarında gezdiriyorum parmaklarımı.
Ellerin ellerime değiyor ruhî bir buluşmada
Sesin öylesine işlemiş ki içlerine, sanki durmuş okuyorsun yanıbaşımda.
Ne çok isterdim mektubundaki herhangi bir kelime olup seni seyre dalmayı.

Sen bir mektup gönderiyorsun.
Ben bir soluk,
Bir yaşam alıyorum ellerime.
Gece yeniden doğuyor.
Sevgili.

14 Haziran 2014 Cumartesi

Kitap Kaplama Sanatı

    Şimdilerde bir alışkanlık oldu bende kitabı kağıtla kaplamak. Özellikle gazete kağıdı. Gazete kağıdı dediysem de sıradan bir sayfa değil; kitap ekleri yahut köşe yazıları. Hele de okuduğum kitapla ilintiliyse değmeyin keyfime. Geçenlerde elime ilişti sakladıklarımdan birkaçı. 7 Haziran 2010 tarihli olanda var, 8 ocak 2011'de. Hatta 1 Haziran 2009'a ait bir kitap ekini bile saklamışım. Anımsıyorum; yıllanmış bir Agatha Christie kitabımı bu ekten bir sayfayla kaplamıştım. Gazete kağıdı yıpranır diye şeffaf bir kapla daha kaplamıştım üstelik. Ekin konusu polisiyeydi ve sayfa tam yerini bulmuştu. 
     Tabi kitap kaplamak da ayrı bir uğraşı gerektiriyor. Helede tek başınıza yapıyorsanız. Diğer kapağın havada kalmaması, kitabı kaydırmamak.. hepsi ayrı dikkat gerektiriyor en güzel an bittiğinde düzelsin diye ağır kitapların arasına koyma faslı. Ve tarih atmak ilk sayfasına. Yaparım bunu da çokça. Kitabı satın aldığım yer ve tarih ilk sayfada muhakkak yerini alır.
      Şimdi sararmış bu gazete sayfalarının yazılarını tekrar okuyorum. Her birini tekrar yerine koyuyorum . Onlarla hangi kitaplarımı kaplayacağımı çoktan seçtim bile.

28 Şubat 2014 Cuma

Kanuni ve Şehzade Mustafa'nın Öldürülmesi

   Günümüzde ilgiliyle izlenen tarihi diziler hayatmıza, düşüncelerimize yön verir oldu. Şu günlerde en çok konuşulan konu oldu Şehzade Mustafa'nın ölümü. Öldürülme sahnesi reyting rekorları kırarken, şehzadenin Bursa'da bulunan türbesi tadilatta olmasına rağmen ziyaretçi akınına uğradı. Yine Bursa'da bir vatandaş mahkemeye dava açarak Kanuni Sultan Süleyman'ın padişahlık ünvanının ondan alınması, Şehzade Mustafa'ya da itibarının geri iade edilmesi için dava açtı. Peki tarih kitaplarına ''öcü'' gözüyle bakan biz nasıl oldu da bu kadar tarih sever ve tarihi dizilerden öğrenir olduk ? İşte bu noktada arkadaşım Mehtap'la tartışmaya koyulduk. Araştırmacı-gazeteci ilan edilen ben, kütüphanenin rafları arasına yollandım kendisi tarafından. Hani için için bunu istemiyor da değildim. Bir hafta sonunda araştırdığım dokuz on kitap ve bir o kadar da videodan sonra bilgi eksikliğimizin ne denli boyutlarda olduğunu bir kez daha anladım.

   Gündemde sıkça yer alan ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisini ele alalım. Dizi başlangıcında tahta daha yeni çıkan I.Süleyman’ın bulunduğu Topkapı Sarayı’ndaki harem gösteriliyor. Halbuki harem o zaman daha Topkapı Sarayı’na bağlı değil, Edirne Sarayı’nın iç kısmındadır, daha sonra - rivayete göre Hürrem Sultan’ın isteği üzerine -Topkapı’ya katılıyor. Devam edelim, Sultan Süleyman döneminde kendisininde bizzat katıldığı on üç sefer mevcuttur. Ancak dizide saraydan dışarı çıkmayan aklı fikri haremde olan bir adammış gibi gösteriliyor. Tam tersi Kanuni, seksen altı yaşında bile beline urgan bağlayıp sefere çıkan bir padişahtır. Kadir Mısıroğlu, Kanuni dönemini ve haremi ele alıp incelediği bir kitabında haremde değil bir erkeğin, harem ağalarının dahi içeriye alınmadığını, haremin televizyonda gösterildiği gibi olmadığını söylüyor. Haremin amacı kızlara okuma yazma öğretilerek, meyilli olduğu bir iş üzerine eğitilmesidir.

  Diğer bir nokta da her türlü kararın sonucunu belirleyen Şeyhülislam’ın fetvaları ve dine verilen büyük önem oldukça dönemde etkiliyken, dinimizdeki mahremiyete olan özensizlik özellikle kadınların üzerinde çok normalmiş gibi gösterilmesidir. Başka bir yanlış padişahın ve sadrazamın başının açık gösterilmesi, oysa ki o dönemde uyurken bile takke takarlarmış. Başlarına taktıkları sarıklar onların rütbelerini işaret ettiği için mühim. Bir de sakal mevzu var, sakal kestirmek yasakmış. Nitekim bunun örneğini şair Şinasi’de görmek mümkün; Şinasi Bab-ı ali’de katiplik yaparken yüzünde çıkan yara sebebiyle sakalını kestirir bu durum onun katiplikten atılmasına sebep olur. Kısacası sakalsız ve başı açık dolaşmak karşındakine hakaret sayılırmış.

  Gelelim son günlerin en çok tartışılan konusuna, Şehzade Mustafa neden öldürüldü, onu ölüme götüren etken kendisi miydi yoksa onun adını kullanarak el altından iş mi çevrildi ? Bu sorular tarihçileri ikiye ayırdı. Bir kısmı tek sorumlu olarak Mustafa’yı görürken diğer bir kısmı Hürrem Sultan’ı suçlu buluyor. Şehzade Mustafa tahta en yakın olan varisti. Kanuni’nin Mahidevran-Gülbahar-‘dan olan tek oğluydu. Anlatıldığı gibi dedesi Yavuz Sultan Selim Han’a benzerliği nedeniyle halk tarafından bilhassa yeniçeri tarafından çok sevilirdi. Halkın padişah yaşlandı artık taht şehzadeye yakışır gibi söylemleri iyiden iyiye yükseldi. Amasya’da sancakbeyliği yapan şehzade Mustafa bu söylentilere ne kadar itibar etti bilinmez ama henüz elli üç yaşında olan Kanuni’nin gözünden düştüğü belliydi. Hürrem Sultan, Mahidevran’ın aksine sarayı boş bırakmamış orada kalmanın padişaha daha yakın olmanın yolunu bulmuştur. Hürrem’in sarayda kalması oğullarından birinin tahta çıkmasına tek engel olan Mustafa’nın ortadan kalkmasına olanak sağlıyordu. Rivayete göre sakal uzatıp, adına tuğra bastıran Mustafa, isyana hazırlanıyordu ancak ortada tam anlamıyla bir baş kaldırış yoktu. Şehzade Mustafa, Ahmet Şimşirliğil’in anlatımına göre civardaki beyliklerle mektuplaşıyordu hatta İran şahı Tahmasb’a tahta çıkmak için yapacağı yardımlarının karşılıklarını yazdığı kendi mührü ile basılan mektuplar, Topkapı müzesinde sergilenmekte. Peki mektupları yazan şehzadenin kendisi mi yoksa Hürrem Sultan ve damadı Rüstem Paşa mı ? Tarihçilerin ayrıldığı nokta buradan başlıyor. Kimi tarih yazarları; ''Hürrem yerine Mahidevran olsa o da aynı şeyi yapar neticede o sadece oğullarının geleceklerini hazırlayan bir anne, Rüstem Paşa’da yerini korumaya çalışan bir adam'' diyerek telkinde bulunuyor. Kimileri ise Şehzade Mustafa suçsuz yere idam edildi onun hiçbir suçu günahı yok, bütün suç Kanuni’yi kandıran Hürrem Sultan’ın diyor. Bunları söyleyenlerin çoğu televizyonda gösterilen kurguya inananlar. Çünkü orada Sultan Süleyman, Hürrem’in lafı ile hareket eden aciz biri gibi gösteriliyor. Sultan Süleyman - ki kırk altı sene hüküm sürmüş bir padişah- kendi oğlunun ölümünü emretmesindeki sebep ileri görüşlü bir zat olmasından mütevellittir. Bu ve bu gibi olaylar sadece Kanuni döneminde yaşanmamıştır daha önce ve daha sonra ki dönemlerde de şehzadelerin boğdurulması ya da zehirletilmesi bilinen gerçekler arasındadır.  On altıncı asırda öne çıkan olaylardan biri olan şehzade Mustafa’nın idam edilmesi, Kanuni’nin aldığı aceleci karar ile olmuştur. Mustafa Armağan bir röportajında: ‘ Eğer Kanuni acele etmeyip, Mustafa’nın niyetini öğrenseydi ortada idam için tam anlamıyla bir sebep olurdu. Tahta çıkmak için bedellerin ödeneceği kesindi ama hüküm vermekte acele edilmemeliydi’ diyor.

   Kanuni’nin gönlünde Hürrem’den  olan oğlu Mehmet vardı diyor tarih kitapları. Ancak genç yaşta vefat edince; halkın ve ordunun gönlünde olan isim Mustafa, Hürrem’in ve hanedanın gönlündeki isim ise Beyazıt oldu. Selim’in adı hiç anılmıyordu. Şehzade Mustafa yedi cellat tarafından -Kanuni’nin bulunmadığı- bir çadırda kementlerle boğdurulunca ortada taht için iki isim kaldı. Hürrem Sultan’ın –ki aslında sultan değildir çünkü sultan unvanı, oğlu tahta çıkan şehzade annelerine verilirdi ancak Hürrem oğullarından hiç birinin tahta çıktığı görememiş, ömrü yetmemiştir. Sultan unvanını ona Kanuni vermiştir.-  iki oğlu; Beyazıt, Selim.. Cihangir ise padişah olmak için elverişli bir şehzade değildi, bir rivayete göre ayağı aksak diğer rivayete göre ise kamburdu. Zaten Mustafa’nın üzüntüsüne dayanamayıp kısa bir süre sonra vefat etmiştir.

   Sözün özü akla gelmeyen Selim padişah oldu. Belki Mustafa başa geçseydi diğer kardeşlerini öldürtecek maktul yerine katil olarak anılacaktı ya da Selim ile başlayan duraklama devri Mustafa sayesinde daha ileri safhalarda karşımıza çıkacaktı kim bilir..
    
     Aklınızda kalan diğer soruları kütüphanelere ve araştırmacılığınıza bırakıyorum. Tarihi ve daha bir çok şeyi dizi veya türevi herhangi bir yerden değil araştırarak öğrenmeniz umuduyla...

      Yazar: Tuğba Güler

4 Şubat 2014 Salı

Yirmidokuz kasım

 
    Merhaleler katediyorum ardı ardına. Sebebini sonucunu bilmediğim. Öğrenmek için uğraşmadığım ilk defa. Boğazımdaki gemici düğümlerine efkar üflüyorum. Sitemkar bir edayla ağır ağır kalkıyorlar yerlerinden. Üstü başı toz içinde yirmidokuz kasımın. Eski şiirlerimden birkaç dize söylüyor giderayak. Naz makamında fakat sesi, ''hatıraları da toplayıp gidiyorum'' diyor aklı sıra. Bizimkinin sesini duymuş olacak, aralık peşinden kısık kısık döküyor eteğindekileri. ''Hani,'' diyor. ''Yazmıyor eskisi gibi ''. Duyuyorum söylediklerini. Bakışlarım mahmurlaşınca oda kaçıveriyor bakışlarını. Oysa gitmelerini ben istememiştim. Ne kiracısıydım ne de ev sahibi gönül denen evin. Her konanın göçtüğü bir yere, kim diyebilirdi ki ''benim'' ?..
    Onca gidenin ardından kış da yükünü toplamış gidiyordu şimdi. Defterlerimden cümleler dökülüyor. Kafamı kaldırıyorum yerdeki sözcüklerden. Defterlerimi de almış gidiyorlar. ''Biz kalırsak, sen hiç gidemeyeceksin '' diyor mavi önlüklü bir kız çocuğu. Yüzü tanıdık geliyor. Bakıyorum, elinde kara kaplı defter. ''Biz gitmezsek, sen asla yazamayacaksın'' diyor. Sonra ansızın kayboluyor boşlukta. ''Anılarım'' diyorum ''anılara takılı kalmak geleceğe bakamayanların işidir sadece'' diyor pek vefasız davrandığım baharlar. ''Sizde mi gidiyorsunuz yoksa? '' diyorum. ''Hayır, biz kışı uğurlamaya geldik.'' diyorlar. ''İnanmak, bahara inanmak; yersiz yurtsuz bir şiir artık benim için  '' diyorum. ''Sen hep şairdin,'' diyorlar ; ''sen hep şairdin..''

30 Ocak 2014 Perşembe

Mart Menekşeleri - Sarah JIO


                           …Evet ,bu soğuk Mart gecesinde ne Elliot’ı öpmek ne de arkasından gelecek olan olaylar zincirini yaşamak vardı aklımda. Fakat 1943 yılının Mart ayında başlayan bu olaylar zinciri, hayatımı ve çevremdeki insanların yaşantısını sonsuza dek değişterecekti. Benim adım Esther ve bu benim hikayem…
                                                                                   Sayfa 49.

         Boşanmak üzere olan Joel ,bir aylığına yengesi Bee’nin yanına Seattle’a gidiyor. Ve bir gün kaldığı oda da ki şifonyerin çekmecesinde kırmızı kaplı bir günlük buluyor. Önceleri okumayı pek istemese de içinde ki arsız meraka dur diyemiyor ve ortaya çıkan aile sırları, bir kitap taslağını andıran kırmızı kaplı kadife günlükle birlikte gün yüzüne çıkıyor. Joel bu günlük sayesinde bir çok olaya şahit oluyor ; aşk, entrika, dostluk, gizem, kayıp, cinayet… ve daha bir sürü hissi aynı anda bu kitapta toplamış sevgili yazarımız Sarah JIO.
           
    Çiçeği burnunda yazarımız Sarah JIO, benimde çok sevdiğim yazar Debbie Macomber ile kıyaslanmkta. Lakin ikisi arasında benzerlik olsa da bir çok farklılık mevcut. Söz konusu yazarımız JIO; olay örgüsüne okuyucuyu da dahil edip, sunduğu sıcacık hikayenin gizemini koruyan tarafını çözmemizi sağlıyor. Kitapları okurken bir yandan da düşünmemizi sağlıyor. Bir nevi polisiye kitaplarındaki gibi hep bir şeyler çözme ihtiyacı duyuyor okuyucu.
     
    Kitaptan öğrendiğimize göre; Sarah JIO eşi ve üç çocuğuyla birlikte Seattle'da yaşıyormuş. Belki de bu sebepten dolayıdır ki kitapları hep Seattle'da geçiyor.Sanırım bilindik bir çevreyi kaleme almak daha kolay. Okuduğum diğer kitabı da  –Böğürtlen kışı-  aynı şekilde Seattle'da geçiyor.
     Kitapta bahsi geçen feribota binip Seattle'dan karşıya geçmeyi planlıyorum. Esther ile Elliot’un ayrıldıkları otelin önünde durup o hissi yaşamak istiyorum. Sevdiği adamı terk ettiğinde, tüm o yaşadığı acılarla birlikte  Esther’ı anlamak, anladıklarıma anlam katmak istiyorum.      
    
    Bir kez dahi olsa herkes günlük yazmayı denemiştir diye düşünüyorum. Kitapta Esther’ın günlük yazmasına bir falcı kadın vesile oluyor. Benim günlük tutmama ise dırdırcı editörüm Mehtâb (adının bu şekilde yazılmasını daha çok sevdiğinden böyle yazıyorum) vesile olmuştu. Yakın geçmişi unutan biri olarak yazmaya başladım –bir nevi mecburiyet söz konusuydu- daha sonraları ise kendimi yazmaktan alamadım. Ne yazık ki Esther gibi sırlarla dolu bir günlük değil benimkisi ve ben bu hayattan göçüp gidince torunlarım Joel gibi sırların peşine düşemeyecek. Lakin benim hakkımda çok fazla şey öğrenecekleri bir gerçek.

            Peki siz geçmişinizi birileriyle paylaşmayı hiç düşündünüz mü ?
           
            Umarım geçmişe ışık tutan yaşamınız ,birilerine ilham kaynağı olur.
                                                                                             
                                                                                           Esen kalın…

Yazar : Nur Bağrıyanık
Dırdırcı Editör : Mehtap Karayiğit

Editörün Notu: Sonunda vakit bulup yazını düzenleyebilmenin ve ismim için yapılan jestin mutluluğu içerisindeyim.Teşekkür ederim efenim. :)

11 Ocak 2014 Cumartesi

Ne Olursan Ol Dön Gel

    "Gel.. Gel ne olursan ol, yine gel! İster kâfir, ister mecûsi, ister puta tapan ol, yine gel! Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!"
Bu özlü söz kime ait diye sorsam, eminim bir çoğunuz Mevlânâ'nın diyecektir. İtiraf etmem gerekirse ben de yanlış bilenlerdendim. Ta ki, bir gece takvim kağıtlarını kurcalarken bulduğum bir yazı sayesinde doğruyu yanlışı öğrenene kadar.

   Bu mısraların esâs sahibi ise Mevlânâ'dan seneler önce 947 yılında Horasan Bölgesi'nde doğmuş, büyük velilerden biri olan asıl adı Ahmet, lakabı Fadlullahtır. Bu söz de Ebu Sâid adı ile dönemin en meşhur âlimlerinden sayılan Ebu Sâid Ebu'l Hayr'a aittir. Ezber bozduran bu savım dönemimizin en bilindik isimleri arasında konuşulmuş, tartışılmıştır. Prof. Dr. İlber Ortaylı: ' Ne münâsebet Mevlânâ'nın hiçbir kitabında bu dizeler bulunmaz. Bu şiir Mevlânâ'ya isnâd edilmiştir. İntihal suçlaması mesnetsizdir. ' demiştir.
    Mevlânâ Celâleddin'nin beyitlerinin yer aldığı farklı bir nüsha olan Divan-ı Kebir'de bu dizeler alıntılanmıştır. Bahsi geçen şiir Farsça bir şiirdir. Sûfilerin tümüne atfedilen bir nevi rubâidir. Bu şiir aslında, ' Ne olursan ol yine gel ' şeklinde değil de , ' Ne olursan ol dön gel ' diyerek başlamaktadır. Şiir içerik itibariyle Mevlânâ felsefesine aykırı olmadığı için bu yanlışlık günümüze kadar gelmiş' Mevlânâ ile özleştirmek istenmiştir.
    Edebiyatımızda önemli bir yere sahip olan yazarlarımızdan, İskender Pala'ya göre ise: " Bu sadece Mevlânâ Celâleddin Rûmi'nin başına gelmemiş, Yunus Emre'ye de ait olmayan pek çok şiir ona isnâd edilir. Tüm güzel sözler en ihtişamlı olana dayanır. Döneminin de Mevlânâ'nın eserleri en önemli ve güzel eserlerdir. Dolayısıyla halkın arasında bilinen, beğenilen beyit ve dizeler Mevlânâ'ya izâfe edildi. Sözü edilen dizelerin hiçbirisi Mesnevi'de, Mevlânâ'nın kitaplarında yer almamıştır." açıklamasını yapmıştır.
     Orta Asyalı ünlü sûfi Ebu Sâid'in hayatı Mevlânâ'ya çok benzer. Aynı Mevlânâ gibi bu zât da dünyevî işlerden elini eteğini çekmiştir. Dönen büyüklerinden ilim öğrenen Ebu Sâid, konuşmalarıyla, yazdıklarıyla, sorulan sorulara verdiği cevaplarla kendini ispatlamış bir zâttır. Öyle ki; Bir gün İbni Sina, Allah kâinatın neresinde ? diye sorar. Ebu Sâid: ' Ey İbni Sina, sen hekimsin. Canın vücudun neresinde olduğunu söyle bende sana Allah'ın, kâinatın neresinde olduğunu söyleyeyim 'demiş. 
     Kaynaklara göre 1049 da vefat eden Ebu Sâid Ebû'l Hayr'ın naaşı mezara götürülürken şu dizelerin okunmasını vasiyet etmiştir. Günümüz Türkçesi'ne göre;

"Dünyada şundan daha hoş hangi iş var, Dost dosta gidiyor yâr yâr'a.."
    
    Bunca zaman Mevlânâ'nın sandığımız hâlâ da pek çoğumuzun bu şekilde bilmekte olduğu Ebu Sâid'in kaleminden çıkan şiirin devamı ile yazımı noktalamak istiyorum:

Şu toprağa sevgiden başka tohum ekmeliyiz ,
Şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeliyiz biz..
Beri gel, beri! Daha da beri! Niceye şu yol vuruculuk ?
Madem ki sen bensin, bende senim, niceye şu senlik benlik..
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir...